Kur'an'da Örtünmenin Temel Sınırları
Prof. Dr. Mehmet Zeki Duman, İslamiyat, 2002
Örtünme veya yer, zaman ve şartlara göre giyinme, insan olmaktan kaynaklanan ve insanı tamamlayıcı bir ihtiyaçtır. Örtünme duygusu ya da ihtiyacı, fıtri olduğu ileri sürülemese bile, sosyal bir varlık olan insanın hassalarındandır. Zira sosyal hayatta ‘çıplaklık’ hissi, sadece insana aittir. İnsanların içerisinde çıplak dolaşmak ya da kendini üryan hissetmek, insanda sıkıntı yaratan, yüz kızartan bir durumdur. Şayet zaruri bir hâl yoksa, bu durum, genellikle başkaları tarafından da hoş karşılanmaz, yadsınır; hatta kişi ilkellikle, gayrı medenilikle itham edilir. Bu yüzden, örtünmenin veya şart ve ortama uygun olarak giyinmenin, medeniyetin simgesi olduğu söylense, yeridir.
Kur’an’da insan, fiziksel ve ruhsal yapısı itibarıyla mükemmel bir varlık olarak tanıtılır. Yaratılmışların pek çoğundan üstün, Yaratıcı’nın yanında en değerli olanıdır. Allah, insanı en güzel biçimde yaratmış; hilafete ve ilahi emanete layık görmüştür. Ona Kendi ruhundan ruh, niteliklerinden nitelik vermiştir. Rabbinin yanında âdemoğlunun ayrıcalıklı bir yeri, diğer varlıklardan üstün meziyetleri ve nev’i şahsına münhasır duyguları vardır. Akıl, tefekkür, beyan, iman, ahlak, hukuka saygı, hayâ, çirkinliklerini örtme, bezenip güzel görünme gibi nitelik ve duygular, sadece insana aittir. Bu özellikleri sebebiyle, kötü ve çirkin olan şeylerden nefret etmek; güzel ve hoş olmayan şeylerin görünmesinden rahatsızlık duymak; hatta bunlara karşı tepkisini gizleyememek de, yalnız insana ait özelliklerdendir. Bu nedenlerle, Allah, yeryüzündeki tüm nimet ve ziynetlerin en üstünlerini, sırf insanlar, özellikle de inananlar için yarattığını, Kur’an’da açıkça ifade etmiştir.[1] İsrafa dalmamak şartıyla, bunların en iyilerinden, hem de en üst düzeyde yararlanmak, her insanın hakkıdır.[2]
İlk insan Âdem ile eşi, birer medeni insan olma ve sosyalleşme olgusuna ilk adımı, kendilerini çıplak hissettikleri ânda atmışlar; ilk sosyal refleksleri ise, örtünmek ve çıplaklık utancından kurtulmak olmuştur.
Şeytan kendilerinden gizlenmiş olan ayıp yerlerini[3] onlara göstermek maksadıyla Âdem ve eşine vesvese verdi[4] “Rabbiniz, birer melek ya da ölümsüz kişiler olursunuz diye bu ağaca yaklaşmanızı size yasakladı. Ben ikinize de öğüt veriyorum.” diye yemin etti. Neticede Şeytan onları ayartarak yasak meyveye yönlendirdi. Âdem ile eşi, yasak meyveden tadar tatmaz ayıp yerlerinin (sev’at) farkına vardılar. Derhâl, cennet yapraklarıyla oralarını örtmeye koyuldular...[5]
İşte, insanın bu hassasından dolayı, Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ey âdemoğulları! Biz size ayıp yerlerinizi gizleyecek bir giysi, bir de süs (elbisesi)[6] indirdik/edinme imkan ve kabiliyetini verdik. Ve takva elbisesi... En iyisi budur. Bunlar, Allah’ın ayetlerindendir. Umulur ki, öğüt alırlar.[7]
Allah, sizi sıcağa (ve soğuğa) karşı koruyacak elbiseler; savaşta koruyacak zırhlar yarattı…[8]
Bu ayetlerin birincisinde, iki çeşit giysiyle, giyinmenin amacından söz edilmektedir. Bunlar ayıp yerleri örten elbise ve süs, ziynettir. İkinci ayetteyse, sıcağa-soğuğa ve savaşta düşmanın darbesine karşı koruyucu olmak üzere, elbisenin iki farklı amacı daha açıklanmıştır. Bu iki ayetin siyakından ve ifade biçiminden anlaşılıyor ki, insan, ister ‘örtünmek’, ister ‘korunmak’ ister ‘süslenmek’ isterse ‘savunmak’ maksadıyla giyinsin, giyinmede asıl hedef ‘takva’ olmalı; giyinmenin insani yönle ilgili olan “edep yerlerinin örtülmesi” amacı korunmalı ve Allah’ın bu husustaki emir ve yasaklarına itaat maksadı ön planda tutulmalıdır.
Bugün ilim adamları tarafından araştırma konusu yapılan geçmişteki ve hâlen mevcut ilkel kabilelerin çoğunun, genellikle medeni topluluklarda olduğu gibi giysileri olmadığı hâlde ayıp yerlerini mutlaka örttüklerinin gözlemlenmesi, örtünme güdüsünün insanın evrensel bir hassası olduğu gerçeğini ve ilk insan Âdem’den günümüze dek insanların bir biçimde örtündüklerini doğrulamaktadır. Elbette ki, Kur’an’daki örtünmeyle ilgili ayetler indirilmeden önceki Arap toplumu da kendi örfüne uygun olarak bir biçimde giyinmekteydi; kadınların, kadınlara özgü, erkeklerin de kendilerine ait kıyafet ve giysileri vardı. Dolayısıyla, örtünme veya giyinip süslenme geleneği, Kur’an ile başlamış değildir.
Bilindiği üzere, giyim-kuşam, amacına uygun olarak insanların yaşadıkları tarihî, coğrafi, yöresel, kültürel vs. şartlara ve imkanlara göre şekillenmektedir. Farklı bölgelerde, farklı iklim şartlarında ve farklı kültürlerde yaşayan insanları, tek bir şekil, tek bir renk ve tek bir kıyafette birleştirmek eşyanın tabiatına aykırıdır. Çünkü bir şairin de dediği gibi: “Yemek kendi bileceğiniz şeydir, istediğinizi yiyiniz; ama, giyinmeye gelince, insanların hoş göreceği şeyleri giymelisiniz.”[9] Giyinme sosyal bir olgudur; onun teşekkülünde, içinde yaşanılan fiziksel coğrafyanın, iklim şartlarının, kültürün, örfün ve geleneğin belirleyici ve zorunlu etkisi vardır.
Kur’an-ı Kerim’de sadece ‘takva’ya uygun bir giyinmeden ve yetişkin bir insanın örtmesi gereken yerlerin sınırlarından bahsedilmektedir. Bu yüzden, örtünmeyle ilgili ayetlerin sayısı fazla değildir. Biz bu ayetleri, örtünmede asıl olanlar ve gerektiği zaman kullanılması tavsiye edilenler şeklinde iki ana başlık altında inceleyeceğiz.
Kanaatimizce, günümüzde örtünmeyle ilgili ayetlerin tartışılıyor olması, bu ayetlerin, muğlak, anlaşılması güç ve farklı yorumlara açık olmalarından değil; günümüz şartlarında Kur’an’ın taleplerinin uygulanabilirliliği sorunsalından kaynaklanmaktadır. Aşağıda görüleceği üzere, tesettürden bahseden ayetler, muğlak ve anlaşılması güç ayetler değildir; tam aksine, mânâ ve maksatları apaçık ayetlerdir. Hatta örtünmede asıl olan ayetlerin geçtiği surenin ilk ayetinde, surenin bütünü hakkında Allah şu açıklamayı kullanmıştır:
İndirdiğimiz, içerisindeki hükümleri farz kıldığımız[10] bir suredir. Biz, düşünüp öğüt alasınız diye, onda apaçık ayetler (ayat beyyinat)[11] indirdik.[12]
Bu ayeti tefsir ederken, tahkik ehli müfessirlerin hemen hemen hepsi şu ifadeyi kullanmışlardır: “Bu suredeki ayetlerin mânâ ve maksatları açık, hükümleri farzdır.”[13] Müfessirler arasında oluşan bu ortak kanaate göre, örtünmeyle ilgili ayetler de muhkem ayetlerdendir; mânâ ve maksatları bakımından açık, maksadını aşan yorum ve spekülasyonlara kapalıdır. Buna rağmen, örtünmeyle ilgili ayetleri anlama noktasında bir anlayış birliği sağlanamamışsa ve spekülatif yorumlar devam ediyorsa, bunun iki sebebi olabilir: Birincisi, yukarıda belirttiğimiz gibi, Kur’an’ı ya da bir kısım ayetlerini uygulama hususunda günümüzde ortaya çıkan siyasi otoritenin negatif eğilimi; ikincisi de, Kur’an’ı anlamada metodsuzluk sorunu...
Bizim, Kur’an’ı anlama noktasında düşüncemiz ve genellikle uyguladığımız yöntem, şöyle özetlenebilir: Öncelikle, dil, Kur’an metni ve tarihsel bağlam içerisinde ayetin söylediği veya söylemek istediği asıl mânâyı kavramak; imkan ölçüsünde, ayetin ruhuna, özüne, maksad-ı ilahiye nüfuz edebilmek; sonra da, günümüz şartlarında, kavradığımız mânâyı esas alarak genel bir ilke çıkarmak...
Bu hususta hareket noktamız, İmam Gazâlî’ninkiyle örtüşmektedir: 1) Öncelikle, bugüne kadar nakledilen rivayet ve yorumları değil, ayetlerin orijinal metinlerini esas almak ve bunları dil bakımından analiz ederek, anahtar kelimelerin Kur’an’ın indirildiği çağdaki filolojik mânâlarını tespit etmek. Zira Kur’an açık bir Arapçaya sahiptir (årabiyyun mubîn);[14] kendilerine indirileni anlasınlar diye, muhatapların kendi lisanıyla indirilmiş ve bu ilkeden sapma hiç olmamıştır.[15] 2) Sonra, ilgili kelimelerin lügatte hakikîi, mecazi, kinaî, örfî ve şer’î mânâlardan hangisinde kullanıldığını, ayetlerin siyak ve sibakından da yararlanarak tespite çalışmak...
Kur’an’ın lafzı/metni, sadece dilbilimsel (linguistique) açıdan değil; aynı zamanda, Kur’an çerçevesinde kalınarak anlaşılmalıdır. Zira tespit ve inancımıza göre, Kur’an’ın metni ilahi irade tarafından korunduğu gibi, ayetlerinin mânâları da metin ve Kur’an bütünlüğü içerisinde korunmaktadır. Ayet veya pasaj bütünlüğü içerisinde anlayamadığımız bazı ayetlerin mânâsını, Kur’an’da geçen başka ayetler ve pasajlar yardımıyla anlamamız ve Kur’an ve Sünnet’in ruhu, özü, amaç ve hedefleri doğrultusunda kavramamız, mümkündür... Ayrıca, ilk asırdan itibaren bu mânâların yazılı bir gelenek olarak günümüze kadar yansıtılmış olduğu da unutulmamalıdır. Tek başına yeterli olmasa bile, lügatler, ansiklopediler; bunlara ilave olarak, kaleme alınmış olan müfredât’lar, ğarîbu’l-kur’ân’lar ve hadis mecmuaları da, Kur’an’ı anlamada yardımcı diğer kaynaklarımızdır.
Bir ayeti tam olarak anlayabilmek için, sadece ayetin metnini ve bu metnin mânâsını tanımak yetmez; siyak ve sibakıyla birlikte ayetin tarihî bağlamını da tanımak şarttır. Zira bütün ifadeler, bağlamları içerisinde ortaya çıkar ve ancak bağlamları vasıtasıyla anlaşılırlar.[16] Dolayısıyla, ayetlerin bağlamlarından, hatta birlikte indirildikleri pasaj bütünlüğünden ve arka plandan koparılması, yanlış anlama ve yorumlamalara sebep olabilmektedir. Bu nedenle, bir ayetin anlaşılmasında metinsel ve tarihsel bağlam bilgisi çok önemlidir.
Tabir caizse, “Kur’an, Arş’ın arza cevabıdır.” Reel ve aktüel ihtiyaç zeminine, başka bir deyişle, talep zeminine inzal edilmiş ilahi bir kelamdır. O, yaklaşık yirmi üç yılda, derin bir tarihî geçmişi olan ve inzal sürecinde yaşanan tarihî, dinî, siyasi, sosyal, ahlaki ve kültürel yönleri bulunan kompleks bir hayata indirilmiştir. Aşağıların aşağısına (esfeli safilîn)[17] düşmüş insanlara hayat vermek, onlara asli hüviyetlerini yeniden kazandırmak ve onları daha da yüceltmek maksadıyla, bir eğitim, öğretim süreci uygulanmıştır. Kur’an, günün, zamanın, hatta ânın ihtiyacı ne ise, ona cevap olmak üzere, dura dura ve ayet ayet inzal edilmiştir.[18] Bu yüzden, onu anlama noktasında, ilgili tarihî, sosyal ve kültürel olguların bilinmesi ve ayetlere verilecek mânânın, bu tarihî, sosyal ve kültürel gerçeklere uygun olmasına özen gösterilmesi şarttır.
Örtünmeyle ilgili ayetleri anlamaya çalışırken takip edeceğimiz bu yöntemle, söz konusu ayetlerde kastedilen mânânın kavranmasına ve şimdiye kadar bu hususta yapılan tartışmalara ve geliştirilen yorumlara en azından ilgili metinlerin tahlili açısından önemli bir katkıda bulunmuş olacağımızı umuyoruz.
1. Örtünmede Asıl Olan Ayetler
Örtünmede (tesettür) asıl olan ayetler, 24. Nûr suresinin 30, 31, ve 60. ayetleridir. Bunlardan 30 ve 31. ayetlerde, erkeklerle kadınların özel tesettüründen, 60. ayetteyse, yaşlı kadınlara özgü istisnai bir ruhsattan bahsedilmektedir. Buna göre, örtünmede asıl olan ayetleri iki başlık altında incelememiz gerekmektedir.
1.1. Erkekler ve Kadınların Örtünmeleriyle İlgili Genel Düzenlemeler
1.1.1. Ayetlerin Mealleri
Mümin erkeklere söyle, gözlerini çeksinler, ferclerini korusunlar. Bu, onlar için en temiz davranıştır. Allah onların işlediklerinden haberdardır. Mümin kadınlara da söyle, gözlerini çeksinler, ferclerini korusunlar, ziynetlerinden görünen kısımdan başkasını açmasınlar. Başörtülerini yakalarının üzerine vursunlar. Ziynetlerini; kocaları, babaları, kayınbabaları, oğulları, üvey oğulları, kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları, köle ve cariyeleri, kadınlara hiç ihtiyacı kalmamış, güdülmeye muhtaç yaşlı erkekler ve kadınların mahrem yerlerine henüz aklı ermeyen çocuklardan başkasının yanında açmasınlar. Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey inananlar! Hepiniz birlikte tövbe edin; ki felaha eresiniz. (24. Nûr, 30-31).
1.1.2. Ayetlerle ilgili Tarihî Bilgiler
Kur’an kronolojisini araştıran ilim adamlarına göre, 24. Nûr suresi, Hicret’in beşinci yılının son aylarında indirilmiş Medeni bir suredir. Bu sure, resmî mushaftaki tertibe göre 24., Hz. Osman ve Ca’fer es-Sâdık’ın mushaflarında 102., İbn Abbâs’ın mushafında ise 89. sırada yer almaktadır. R. Blachére ve Theodor Nöldeke’ye göre ise, 105. sırada indirilmiştir.
İlgili ayetlerin nüzûl sebebi, Benî Mustalik Gazvesi’ne iştirak eden Hz. Âişe ve onunla birlikte geriden gelen Safvân b. Mu’attal hakkında ortaya atılan iftira (İfk) hâdisesidir.[19]
Mehdi Bazargân’a göre, bu sure, Hicret’in beşinci yılında, söz konusu olay üzerine, pasajlar hâlinde indirilmeye başlamıştır. İlk indirilen pasaj, 1-34 arası ayetlerden müteşekkildir. Diğer üç pasajın, Hicret’in onuncu yılında indirildiği söylenmektedir. Birinci pasaj, İfk hâdisesi münasebetiyle, zina, zina suçunun cezası, kazif haddi, mülâ’ane, toplumda zina ve fuhşun yayılmasını önlemek ve dedikodusuna dahi imkan vermemek maksadıyla tavsiye edilen öğütler ve uygulanmak üzere getirilen adab-ı muaşeretle ilgili düzenlemeleri ihtiva etmektedir.[20]
1.1.3. Anahtar Kelimeleriyle Birlikte Ayetlerin Analizi
Mümin erkeklere söyle gözlerini çeksinler... Ve ferclerini korusunlar...
“Gözlerini çeksinler...” (yeğuzzu‚ min ebsarihim): Ğazzu’l-basar, Arapçada gözü yummak, bakmamak, görünen şeyden gözü çevirmek, bakışı geri çekmek demektir. Bu ifade, her iki ayette de, başkalarının ferçlerine ve bakılması din açısından yasak olan avret yerlerine bakmayınız, görürseniz gözünüzü derhâl çekiniz, bakışı bakışa eklemeyiniz, anlamındadır.
“...Ferçlerini korusunlar” (ve yahfazu furucehum): Furucehum, ferc’in çoğuludur. Ferç, bir şeydeki yarık, çatlak; duvardaki yarık; parmak aralarındaki açıklık; çatallı bir nesnede tarafların ayrılma noktası; delik; elbisedeki yırtık; insanda bacakların arası, apış arası, yani avret mahalli anlamlarına gelir.[21] Kur’an’da erkeklerin ve kadınların avret mahallinden söz edilirken, bu ayette olduğu gibi, bazen ferc, bazen sev’e kelimesinin çoğulu olan sev’at,[22] bazen de bundan istiare olarak[23] åvret[24] tabirleri kullanılmaktadır.[25] Burada ferç’ten maksat, kadının ve erkeğin genital organları ve makatlarıdır.
“...Ferclerini korusunlar!...” ifadesindeki ‘korumak’tan (hıfz') maksat, ayetin siyakına uygun olarak, ilgili yerlerini sağlam örtsünler; örtmede dikkatli ve titiz olsunlar; kendiliğinden açılma veya oturup kalkarken ya da yürürken görünme gibi durumlara imkan vermesinler; giyimlerinin insani niteliğe uygun olup olmadığına dikkat etsinler; bilhassa, takvaya uygun olmasına özen göstersinler, anlamındadır.
Mümin kadınlara da söyle, gözlerini çeksinler, ferçlerini korusunlar, ziynetlerinden görünen kısımdan başkasını açmasınlar; başörtülerini yakalarının üzerine vursunlar...
“...Ziynetlerinden görünen kısımdan başkasını açmasınlar...” (ve la yubdîne zînetehunne illa ma 'ahara minha): Zînet, kendisiyle süslenilen şey, yani ‘süs’ için genel bir isimdir.[26] Bulunduğu yeri süsleyen, oraya güzellik veren hâl, durum; süs ve süs eşyası anlamına gelir. Elbise ve takılara da zînet denir.[27] Bu isim, süslemek, bezemek, donatmak, güzelleştirmek[28] anlamına gelen zane/yezînu/zeyn fiilinden türetilmiştir. Kur’an’da, “....yeryüzü güzelliklerini takınıp süslendiği...” (izzeyyeneti’l-ardu)[29] ayeti ile “bayram günü” (yevmu’z-zîne)[30] ayetinde bu mânâlar vardır. Çünkü insanlar, bayram günü genellikle bezenir, süslenir, neşe ve sevinçlerini açığa vururlar.
Süs ve güzellik anlamına gelen zeyn, şeyn’in zıddıdır. Şeyn, kusur, leke, süsü bozan çirkinlik anlamındadır. Ezherî demiştir ki, “İki çocuğu konuşurken işittim. Biri diğerine diyordu ki: Vechî zeynun ve vechuke şeynun (benim yüzüm güzel, senin yüzün ise çirkindir).”
Anlaşılıyor ki, zînet, bir şeyin zatında, tabiatında var olan güzellik, süslülük, lekesizlik, kusursuzluk; bunun zıddı olan şeyn ise, bir şeyin zatındaki süsü veya süslülüğü, güzelliği bozan leke, kusur, çatlak ve çarpıklık demektir. Demek ki, kadının ve erkeğin ferclerine sev’e denmesi, bunların, bedensel ziynete bir leke gibi görünmesindendir.
İbn Abbâs ve Mucâhid’den nakledildiğine göre, cahiliye dönemi Arapları, içerisinde günah işledikleri elbiseyle tavaf etmenin doğru olmayacağı düşüncesiyle(!), kadınlar geceleri, erkekler de gündüzleri olmak üzere, Kâbe’yi çırılçıplak tavaf ediyorlardı.[31] Allah, onların bu çarpık uygulamaları sebebiyle, müminlere: “Ey âdemoğulları! Mescide her gittiğinizde ziynetinizi üzerinize alınız...”[32] buyurmuştur. Demek ki, çıplaklık, başka bir ifadeyle, mahrem yerlerin (sev’at) açık olması şeyn’dir; zatî, bedensel güzelliğe halel getiren, onu bozan bir kusurdur, lekedir, çirkinliktir. Elbise ise, bu leke gibi görünen yerleri örttüğü için ziynettir.
Kurtubî’ye göre, insandaki ziynet iki kısımdır: Birincisi, yüz ve beden güzelliği gibi, her insanın fıtri yapısında var olan fiziksel güzellik; ikincisi de, sonradan elbise, takı, kına, sürme vb. süs eşyasıyla edinilen güzelliktir.[33] Zînet kelimesi, aşağı yukarı bu mânâların hepsiyle de Kur’an-ı Kerim’de kullanılmıştır.[34]
“...Ziynetlerinden görünen kısımdan başkasını açmasınlar...” cümlesindeki “görünen kısım” (ma zahara minha) şeklinde istisna edilen yeri, Hz. Peygamber, Esmâ bint Ebî Bekr hadisiyle, “Tüm güzelliklerin toplandığı yer...”[35] olarak tavsif ettiği, kadının yüzü ve bileklerinden itibaren elleri olarak tefsir etmiştir. Âişe’nin (r.a.) naklettiğine göre, bir gün Nebi (s.a.v.) eve geldiğinde baldızı Esmâ ile karşılaştı. Esmâ, o gün tenini gösterecek derecede ince bir elbise giymişti. Nebi, onu bu durumda görünce, yüzünü yana çevirdi ve: “Esmâ, kadınlar bülûğ çağına erdikten sonra, şurası ve şurası hariç, diğer yerlerini örtmelidir. Git, örtün de gel!” buyurdu. Ebû Dâvûd’un naklettiği bu hadiste ravi demiştir ki: “Resulullah, ‘şurası ve şurası’ derken, abdest alırken yüzün yıkanması gereken yerini ve bileklerden itibaren de ellerini işaret etti.”[36]
Sa’îd b. Cubeyr vasıtasıyla İbn Abbâs’a dayandırılan bir rivayete göre de, “görünen ziynet”ten maksat, yüz, eller ve yüzük; başka bir rivayette ise, yüzük yerine, gözlere çekilen sürmedir. Bu rivayetin bir benzeri, İbn Ömer, Atâ’, İkrime, Sa’îd b. Cubeyr, Ebû’ş-Şa’sâ’, Dahhâk, İbrâhîm en-Neha’î ve başkalarından da nakledilmiştir.[37]
İbn Kesîr; Hz. Âişe, İbn Abbâs ve diğer bir kısım sahabi ve tâbiîlerin, üzerinde ittifak ettikleri bu kanaati naklettikten sonra, şöyle demiştir: “Muhtemeldir ki, kadınların açmaktan menedildikleri ziynet, yüz ve ellerin haricindeki kısımdır. Cumhur nezdinde meşhur olan görüş de bu görüştür.”[38] Fıkıh alimlerinin, istisna edilen yerin yüz ve eller olduğuna dair aklî delilleri de bu izahı doğrulamaktadır.[39]
“...Başörtülerini yakalarının üzerine vursunlar...” (velyadribne bi-humurihinne åla cuyubihinne): humur, hımar kelimesinin çoğuludur; hımar, örtmek mânâsına gelen hamera/yahmiru fiilinden isimdir. Bu kelimenin aslı, bir şeyi örtmek; şahitliği gizlemek; min ile kullanıldığında, utanmak, hayâ duymak; ån ile kullanıldığında ise, birinden dolayı örtünmek, yüzünü örtmek, evinden dışarıya çıkmamak gibi mânâlara gelmektedir.
Râğıb demiştir ki: “Genel anlamda, örtünülen her şeye hımar denir; fakat bu kelime örfte bir kadının başını örttüğü örtüye isim olmuştur. Zihni örttüğü ve işlevsiz bıraktığı için, bütün sarhoş edici (uyuşturucular da dahil olmalı) şeyler için de, Kur’an’da, örfî mânâda hamr sözcüğü kullanılmıştır.”[40] Aynen bizde sarhoşluk verici ve aklı işlevsiz kılan içeceklere ‘içki’ dendiği gibi... Oysa ki, su, süt, şurup, kola vb. içecekler de ‘içilen şey’ anlamında ‘içki’dir; fakat bunlar için ‘içki’ sözcüğü aslâ kullanılmaz; genellikle, ‘meşrubat’ denir. Türkçe’de “falan içki içmiş” dendiği zaman, o kişinin su ya da meşrubat içtiği anlaşılmaz. hımar kelimesi de, genel anlamda ‘örtü’ mânâsına gelse de, ayetteki “yakalarının üzerine vursunlar” ifadesinden, burada ‘başörtüsü’ anlamının murad edilmiş olduğu, yani örfi mânâda kullanıldığı, izaha gerek duyulmayacak kadar açıktır.
Cuyub, ceyb kelimesinin çoğuludur. Ceyb, gömlek, entari gibi elbiseler giyilirken başın girmesi ya da baştan geçirilmesi için elbisenin ön ve arkasına sarkacak şekilde açılan yarık; elbisenin boyun kısmına denk gelen yeri; yakanın bitiştiği yer ve Türkçede de kullandığımız bilinen ‘cep’ anlamındadır.[41]
Darb kelimesinin asıl anlamı, vurmak, dövmek olsa da, bu fiilin Arapça’da kırkın üzerinde mânâda kullanıldığını görmekteyiz.[42] Buradaki mânâsı ise, ‘baş örtüsü vurunmak’, sağlam (takvaya uygun) örtünmektir. Taberî demiştir ki: “Zikri yüce olan Allah, bu ayetinde, kadınlar başörtülerini yakalarının üstüne sarkıtsınlar ve bununla saçlarını, boyunlarını ve küpelerini örtsünler, buyuruyor.”[43] Buhârî de şu ifadesiyle bu anlayışa önemli bir katkıda bulunmaktadır: “Bu ayetler inmeden önce, Arap kadınları başlarını örtüyorlardı; ama boyun ve göğüslerinin bir kısmı açık kalıyordu.”[44] Bu ayetlerin indirilmesiyle, baş ile birlikte, boyun ve göğüslerin de örtülmesi emredilmiştir.
Benzer bir tespiti Nîsâbûrî, Kurtubî gibi pek çok müfessir de tefsirlerinde nakletmişlerdir. Sözgelimi Nîsâbûrî demiştir ki: “Cahiliye kadınları, başörtülerini örttükleri zaman, örtünün uçlarını sırtlarına doğru sarkıtıyorlar; yakalarının öndeki yırtmacı geniş olduğu için, boyunları ve gerdanları açık kalıyordu. Bu nedenle, Allah, bu ayetinde, kadınlara başörtülerini, başlarını, boyunlarını, kulak ve gerdanlarını da kapatacak tarzda yakalarının üzerinden sıkıca örtmelerini emretmiştir.”[45]
Mümin kadınlar için yasaklanan teberruc kavramını açıklarken, Mukâtil b. Suleymân, başörtüsünün mahiyeti hakkında da bilgi vermektedir: “Bir kadın, başörtüsünü başına örter; fakat sağlam örtmezdi; boynunu, gerdanını açar; gerdanlık ve küpelerini de göstererek, erkeklerin arasında dolaşırdı. İşte bu tavra teberruc denilmekteydi.”[46]
Şu hadis, bu konuda bizim için en açık ve yeterli delildir:
Hâris el-Ğâmidî anlatıyor: Bir topluluğa doğru yaklaştık ve gördük ki, Allah’ın Elçisi, insanları Allah’a inanmaya ve kulluğa çağırıyor, onlar da ona eziyet ediyorlardı. Nihayet, güneş yükseldi; halk onun başından dağıldı.. Elinde su kabı ve bir mendil bulunan bir kadın geldi. Ağladığı için gerdanı açılmıştı. Allah’ın Elçisi, kadının elindeki kabı aldı, ondaki sudan içti, sonra abdest aldı ve başını kaldırıp kadına: “Kızım, başörtünle gerdanını kapat. Babam onlara yenilip ezilecek diye endişe etme.” dedi. “Bu kadın kimdir?” dedim. “Bu, onun kızı Zeyneb’dir.” dediler.[47]
Müşriklerin Hz. Peygamber’e zulmünün Hicret’ten önce Mekke döneminde olduğunu biliyoruz. Bu demektir ki, Resulullah (s.a.v.), henüz örtünmeyle ilgili ayetler gelmeden çok önce bile, kadınların boyun, gerdan ve göğüslerinin kapalı olması hususunda hassas davranıyordu.
Ziynetlerini; kocaları, babaları, kayınbabaları, oğulları, üvey oğulları, kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları, köle ve cariyeleri, kadınlara hiç ihtiyacı kalmamış, güdülmeye muhtaç yaşlı erkekler ve kadınların mahrem yerlerine henüz aklı ermeyen çocuklardan başkasının yanında açmasınlar.
Bu pasajda zînet kelimesi ikinci defa geçmektedir. Birinci geçtiği yerde, bütünün cüzü, yani yüz ve eller kastedilerek: “Kadınlar, ziynetlerinden görünenden başkasını açmasınlar...” buyurulmuştu. Kelimenin ikinci kez geçtiği bu pasajda ise ziynetlerin, yakınlık derecelerine göre tâdat edilen ve yakınlık söz konusu edilmeksizin nitelikleri belirtilen kişilerin yanında açılabileceği; bunlardan başkasının yanında açılamayacağı ifade edilmiştir.
Bu’ûle, ba’l’in çoğulludur; bu ayette koca(lar) anlamındadır. Aslında, kadın ile kocası arasında, edep duygusunun haricinde mahremiyet için bir sınır yoktur. 23. Mü’minûn suresindeki: “Felah bulan müminler (...) ferclerini, eşleri ve sağ ellerinin malik olduklarından başkasına karşı korurlar; bundan dolayı onlar ayıplanmazlar.”[48] ayetlerinde de bu mânâ mevcuttur.
et-Tabi’, ‘uyan’ anlamına gelir; ayette, yaşlılıktan dolayı aklı hayra şerre ermeyen veya adab-ı muaşerete uyum sağlayamayan; kim ne derse ona uyan ihtiyar anlamında kullanılmıştır.
İrbe kelimesi, eribe /ye’rabu fiilinden isimdir; ihtiyaç anlamındadır. Ulu’l-irbe, ihtiyaç sahipleri; ğayru uli’l-irbe ise, ihtiyaç sahibi olmayanlar demektir. Ğayru uli’l-irbe mine’r-ricali, cinsellikten dolayı ihtiyaç sahibi olmayan, kadına ihtiyaç duymayan erkekler anlamına gelir. Bundan ilk akla gelen, aşırı yaşlılığı sebebiyle cinsel güdüsü sona ermiş ihtiyarlar, pîr-i fani dediğimiz çok yaşlı erkeklerdir.[49] Kurtubî bu ifadenin kapsamına, budalalık, delilik, inninlik, tenasül organları yok edilmişlik gibi muhtelif sebeplerden ötürü erkekliğini kaybetmiş olanları da katmaktadır.[50]
Kadınların, ayette kimlik ve nitelikleri belirtilen erkeklerin yanında ferclerini örtüp korumaları şartıyla, vücutlarını /ziynetlerini açmalarında veya ziynetlerinin, bu insanlar tarafından görülmesinde bir sakınca görülmemiştir; dolayısıyla, bu hususta haram hükmü tahakkuk etmez.
...Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar...
Ayette zînet kelimesi üçüncü defa kullanılmakta ve bu kez “gizledikleri ziynet”ten söz edilmektedir. Bundan maksadın, Arap kadınlarının ayak bileklerine taktıkları halhallar olduğu söylenebilir. Ancak, ayet önemli bir mesaj içermektedir. Bu mesajı sadece yöresel bir aksesuara tahsis etmek yerine, bakıldığında hemen görülemeyen, ancak dikkat çekildiği zaman fark edilebilecek olan gizli süs ve bedensel güzellikleri de ayetin kapsamına almak mümkündür.
...Ey inananlar! hepiniz birlikte tövbe edin ki, felaha eresiniz.
Sosyal hayatın kirleri, tek başına bireyin çabasıyla değil; toplum yek vücut olup, birlikte temizlenmeye gayret ettiği zaman temizlenir. Manevi kirler de, ancak müminlerin tamamı, en azından büyük çoğunluğu Allah’ın emirlerine birlikte itaat ettikleri, yasaklarına arka döndükleri zaman paklanır; sadece sözle tövbe yeterli olmaz; fiilî tövbe de gereklidir.
1.1.4. Ayetlerin Anlam Dokusu ve Yorumu
Allah, 30. ayette, Elçisi Hz. Muhammed’e şöyle buyurmuş olmaktadır: “Ey Resulüm! Mümin erkeklere söyle, bakılması yasak olan şeye bakmasınlar; tesadüfen karşı karşıya gelirlerse, gözlerini derhâl ondan çeksinler veya bakışlarını başka tarafa çevirsinler. Ferclerini, edep yerlerini, avret mahallerini muhafaza altına alsınlar; kendiliğinden açılmayacak ve hatları belli olmayacak biçimde örtüp, korusunlar. Böyle yapmaları, onlar için nezih bir davranış olur.” Nitekim Hz. Peygamber, giysilerin şeffaf veya hatları belli edecek kadar dar olmasını ve örtmede kifayetsizliğini kastederek: “Nice giyinmişler var ki, üzerlerindeki elbiselerine rağmen çıplaktırlar.”[51] demek suretiyle, örtünmenin nasıl olması gerektiğine dikkat çekmiştir.
31. ayette, kadınlara, dört ayrı tarzda hitap edilmiş ve şöyle buyurulmuştur: “Mümin kadınlara da söyle, onlar da mümin erkekler gibi, bakılması yasak olan şeye bakmasınlar; ânsızın karşılaştıklarında gözlerini derhâl ondan çeksinler veya başka tarafa çevirsinler. Ferclerini, yani avret mahallerini, açılmayacak ve güzelliklerine halel getirmeyecek tarzda örtüp, korusunlar. Ziynetlerinden, görüneni veya sosyal hayatın zorunlu kıldığı şartlar ve durumlar sebebiyle görünmesi gerekeni (yüz ve ellerini) açsınlar; fakat bu ikisinden başkasını açmasınlar. Başörtülerini, başlarından itibaren, kulak, boyun, gerdan ve göğüslerini de kapatacak şekilde yakalarının üzerine sarkıtsınlar. Kadınların ziynetlerinin bütününü, yani ferclerinin (sev’at) dışındaki yerlerini, ancak kocaları, dedeleri, babaları, amcaları, dayıları, kayınbabaları, öz ve üvey kardeşleri, öz ve üvey oğulları, yeğenleri, mümin kadınlar, köle ve cariyeleri, pîr-i fani erkekler ve aklı ermeyen küçük çocukların yanında açabilirler veya bunlar tarafından görülmesinde bir günah yoktur. Bunların dışındakilerin yanında, tedavi ve kurtarma gibi zaruri bir hâl yoksa, el ve yüzlerinden başka yerlerini açmasınlar ve gizli ziynetleri bilinsin diye dikkat çekici ve tahrik edici bir tarzda sokağa çıkıp dolaşmasınlar.”
Bu ayetin ifade bütünlüğü açısından, kadın bedeninin tamamı ziynettir. Dikkat edildiğinde görülecektir ki, zînet kelimesinin ayette ilk geçtiği yerde “...Ziynetlerinden sadece görünen kısmın”, bütünden yalnız bir cüzün, yani yüzler ve ellerin açılabileceği söylenirken; ikinci geçtiği yerde, istisna edilmeksizin, ziynetlerin hepsinin; ferc hariç bedenin tamamının, kimlikleri ve nitelikleri belirtilen şahısların yanında açılabileceği söylenmektedir. Ayetin başında da ferclerin örtülüp muhafaza edilmesi emredilmişti. O hâlde, ön ve arkada leke, kusur, çirkinlik (sev’eteyn /sev’at) gibi duran yerler (ferc) örtülünce, kadının bedeninin bütünü, zatı itibarıyla ziynet olmuş olur. Ayetin literal anlamının, mantukunun bunu ifade ettiği kanaatindeyiz.[52]
Bunlar, haram-helal önermelerine göre Allah’ın belirlemiş olduğu sınırlardır. Bunun ötesindeki uygulamalar, örfe, töreye ve geleneklere göre düzenlenir. Sözgelimi, hiçbir müslüman, kızının, yeğeninin, gelininin ve benzerlerinin bakmaya mezun olduğu yerlerine bakmayı düşünmez; onlardan açmasını istemez. Yine hiçbir mümin kadının da dedeleri, babaları, kayınbabaları veya ağabeyleri ve benzerlerinin yanında, göğsünü çıkarıp çocuğunu emzirdiği görülmez. Bununla birlikte, ev hâlidir; açılmış, görülmüş olması da, onlara fazla bir rahatsızlık vermez.
Kur’an’da mahrem yerler, ‘fercler’ olarak belirtilmesine rağmen, Ebû Hanîfe, konuyla ilgili hadisleri[53] delil göstererek, bu sınırları göbek ile diz kapağı arası olarak belirlemiştir.[54] Bu, ayete karşı bir tavır değil, ihtiyatlı davranmanın ve örfün gereği olarak değerlendirilebilir. İmam Mâlik ise, mahrem yerlerin sınırını, ayette olduğu gibi, avret-i ğaliza tabir edilen fercler, yani genital organlar ve makat olarak çizmiştir.
1.2. Yaşlı Kadınlara Özgü Bir Ruhsat (Hafifletme)
1.2.1. Ayetin Meali
Hayızdan, nifastan kesilmiş ve cinsellik beklentileri kalmamış yaşlı kadınların, ziynetlerini göstermemeleri şartıyla elbiselerini çıkarmış olmalarında onlar için bir sakınca yoktur. İffetli davranmaları, kendileri için daha hayırlı olur. Allah her şeyi işitir ve her şeyi bilir.[55]
1.2.2. Anahtar Kelimeleriyle Birlikte Ayetin Analizi
Kava’ıd, ka’ade /yek’udü fiilinden ism-i fail, cem’-i mükesser, müennestir (dişil çoğul kipi). Oturan kadınlar anlamındadır. Burada hayızdan ve nifastan (lohusalık) kesilmiş kadınlardan istiâre olarak kullanılmış bir ifadedir.
Nikah, bu kelimenin Arapçada asıl mânâsı vat’, yani fiilî olarak yapılan cinsel ilişkidir. Kur’an’da bu kelime daha çok teknik anlamda ve terim anlamında ‘nikâh akdi’ (evlenme sözleşmesi) mânâsında kullanılmıştır.[56] Kelimenin, burada, birinci mânâda kullanıldığı, ayetin siyak ve sibakından da anlaşılmaktadır.
Cunah kelimesi, sapma, günah, sakınılacak şey, sakınca anlamlarına gelmektedir.
Muteberricat, teberrece fiilinden ism-i fail, cem’-i mükesser, müennestir. Literal anlamı, burçlaşan; Türkçedeki yaygın kullanımıyla, yıldızlaşan; Fransızca kökenli bir kelimeyle ifade edilirse, starlaşan kadınlar anlamındadır. Arapçada burç (burc), açığa çıkmak, görünmek mânâsına gelen berace fiilinden türetilmiş bir isimdir; kalenin burcu ve güneş sisteminde yer alan on iki takım yıldızdan her birisi anlamına da gelmektedir. Kur’anda buruc şeklinde çoğul olarak iki mânâda da kullanılmıştır.[57] Teberruc sözcüğü, ikinci mânâdan alınmıştır; süslenip, bezenip semadaki burçlar misali dikkat çekecek biçimde toplum içerisine çıkmak; bugünün deyimiyle, artistleşmek, yıldızlaşmak, starlaşmak anlamındadır.[58] Ayette, “özellikle süslenip, ziynetiyle göze batacak şekilde toplumun içine çıkmasınlar” denilmek istenmiş olmalıdır.
1.2.3. Ayetlerin Anlam Dokusu ve Yorumu
Genel bir ifadeyle söylemek gerekirse, bu ayette Allah’ın yaşlı kadınlardan söz ettiği söylenebilir. Halkımız arasında böylesi kadınlar için, “hayızdan nifastan kesilmiş” ya da “ununu elemiş eleğini duvara asmış” deyimleri kullanılmaktadır. Fakat, bu ayeti dilimize çevirirken “hayızdan ve nifastan kesilmiş kadınlar” deyimi, ayetin söylemek istediği mânâyı tam olarak yansıtması bakımından yeterli değildir. Çünkü kadınlar, fizyolojik olarak, genellikle 45 ilâ 55 yaşlarında hayızdan (ay hâlinden) kesilir, menapoza girerler; ama cinsel nitelikleri devam eder. Bu yüzden, ayette, kastedilenin sadece menapoz olmadığını belirtmek maksadıyla ve’l-kava’idu mine’n-nisa’i cümlesinden sonra, bir de la yercune nikahan sıfat cümlesi ilave olarak getirilmiştir. Bu ayette ‘nikah’ kelimesi, örfî mânâdaki akit ya da evlenme sözleşmesi anlamında değil, kesinlikle asli /vaz’î lügat mânâsındaki ‘cinsel ilişki’ anlamında kullanılmıştır. Buna göre, âyette, kadınların sadece yaşlılığından ve yaşlarının sınırından veya hayızdan kesilme durumundan değil, hem hayızdan kesilmiş olmalarından hem de cinselliklerinin sona ermişliğinden söz edilmektedir. O hâlde, belirtmeliyiz ki, her yaşlı kadın bu ayetin kapsamına girmediği gibi, her hayızdan kesilen kadın da ayetin mânâ alanına girmemektedir. Burada kastedilenler, hem hayızdan kesilmiş hem de cinselliği sona ermiş kadınlardır. Hüküm de sadece bu nitelikleri taşıyan kadınlara aittir.
Bir diğer husus, yaşlılıkları sebebiyle, bu kadınlar, ziynetlerini /çıplak bedenlerini herkesin yanında açmamak, özellikle süslenip bezenip kendilerini teşhir etmemek şartıyla, normalde giyinmeleri gereken elbiselerini çıkarabilirler. Bu, onlar için tanınmış bir ruhsattır. Denebilir ki, bu ruhsat, bu hususta titiz davranma yeteneklerini kaybetmiş olabilecekleri için bir hoşgörüdür; “yaşlıdır, kusuruna bakılmaz...” anlamındadır. Fakat bu kadınlar, yaşlılıklarına rağmen, ruhi ve bedenî zindelikleri yerinde olup, kendilerine dikkat edebilecek durumda iseler, bunların da iffetli davranıp tesettüre tam olarak riayet etmeleri, kendileri için daha hayırlı olur. Bu da ayrıca vurgulanmıştır.
2. İhtiyaç Ânında Kullanılacak Örtü (Cilbâb) Ayeti
2.1. Ayetin Meali
Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle, cilbâblarını üzerlerine alsınlar. Böyle yapmaları, tanınıp eziyet görmemeleri için en uygun tedbirdir. Allah çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir.[59]
2.2. Anahtar Kelimeleriyle Birlikte Ayetin Analizi
Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle, cilbâblarını üzerlerine alsınlar...
“Cilbâblarını üzerlerine alsınlar...” (yudnîne åleyhinne min celabîbihinne): Yudnîne, dena /yednu fiilinin if’âl formundan muzaridir. Kök anlamı, bir şeyi bir şeye yaklaştırmak; örtüyü baştan aşağıya sarkıtmak, salıvermek, uzatmak, örtmek anlamındadır. Celabîb, cilbab’ın çoğuludur; celbebe ve tecelbebe fiillerinden isimdir. Örtü; kadınlara özgü bir çeşit giysi; yatak çarşafı gibi, geniş, büyük örtü anlamındadır. İbn Mes’ûd, Ubeyde, el-Hasan el-Basrî, Sa’îd b. Cubeyr ve daha pek çok sahabî ve tâbiîye göre, cilbâb, başörtüsünün üzerinden alınan ridâ, yani kadınlara özgü bol ve geniş dış elbisesidir. Kurtubî’ye göre, cilbâbın örfî anlamı, bedenin tamamını ya da büyük bir kısmını örten ve başörtüsünden daha büyük bir örtüdür.[60]
Mümin kadınlar, bu ayetin nüzûlünden sonra, ister bilinen amaçla (def-i hacet için) Menas adı verilen yere gitmek için, ister başka maksatla dışarı çıktıkları zaman, mutlaka asli giysilerinin ve başörtülerinin üzerine, kimlik ve mümin kişiliklerinin bir alameti olmak üzere cilbâblarını da almalıdırlar.
...Böyle yapmaları, tanınıp eziyet görmemeleri için en uygun bir tedbirdir...
Bu cümle, kadınların dışarı çıktıklarında üzerlerine almaları tavsiye edilen cilbâbın illetini, yani emredilmesindeki sebeb-i hikmeti teşkil etmektedir. Mümin kadınların dışarı çıktıklarında cilbâblarını üzerlerine almadıkları için tanınamadıkları ve o yüzden eziyet gördükleri anlamını ifade etmektedir.
2.3. Ayetin Anlam Dokusu ve Yorumu
Ayetteki hitap, istisnasız, mümin kadınların hepsine yönelik olduğu için, hüküm de mümin kadınların tamamını kapsamaktadır. Tanınmamak ve eziyet görmek, evin içinde olmayacağına göre, ayette evin dışıyla ilgili ve tedbir amacını taşıyan sembolik bir örtüden (dış elbisesinden) söz edildiği muhakkaktır. Ayetin nüzûl sebebi olarak anlatılan şu durum da, bu tespitlerimizi doğrulamaktadır:
İbn Kesîr ve daha pek çok müfessirin naklettiğine göre, Medine’de Arap evleri dar idi. İçinde tuvalet bulunmuyordu. Genellikle kadınlar geceleri def-i hacet için Menas adı verilen bir mevkie giderlerdi. Münafıklar, gecenin karanlığından yararlanarak, kadınların geçeceği güzergâhda gizlenir ve bazı kadınları taciz ederlerdi. Mümin kadınları diğerlerinden ayıran belli bir dış kıyafeti olmadığı için, onlar da zaman zaman bu tür sataşmalara maruz kalabiliyorlardı. Sonra da bu ahlaksızlar, “Onları tanımamıştık...” mazeretine sığınıyorlardı. İşte bu yüzden, Allah Teâlâ, “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle de, üzerlerine cilbâblarını alsınlar. Böyle yapmaları, onların tanınmalarına ve eziyet görmemelerine en uygun tedbir olur.” ayetini indirmiştir.
O hâlde, ayetin indirildiği ortam, nüzûl sebebi, metnin mantuku ve amacı göz önünde bulundurularak, denilebilir ki, cilbâb, mümin kadınlarla mümin olmayan kadınların birlikte yaşamakta oldukları bir toplumda; şâyet mümin kadınlar, kimlik ve iffetli kişiliklerini diğerlerinden ayırt edici bir alamet taşımadıklarından dolayı, başka kadınlarla karıştırılarak eziyet görüyorlarsa, tanınmalarının sağlanması ve eziyet görmelerinin önlenmesi maksadıyla bir alamet-i farika olmak üzere, üzerlerine cilbâblarını almalıdırlar.
Şunu da belirtmeliyiz ki, bu ayette cilbâbın taşıdığı anlam, cilbâb kullanan kadın açısından fonksiyonu ve kendisine atfedilen misyon göz önünde bulundurularak denilebilir ki, bunun formunun, günün örfüne göre cilbâb olması da önemli değildir. Aslî tesettürüne bürünmesi şartıyla, bir kadının, şayet gerekiyorsa, dışarı çıkacağı zaman cilbâbın misyonunu îfa edebilecek başka bir giysi; sözgelimi, Anadolu’da farklı yörelerde kullanılmakta olan çar, atkı, bürük vb. herhangi bir örtü de cilbâbın yerine kullanılabilir. Hatta, bugün daha ziyade öğrencilerin kullandıkları başörtüsü ve pardösü, bu misyonu yerine getiriyor ve dışarıdan bakan kişi açısından o kadının mümin kimlik ve iffetli kişiliğini yansıtıyorsa, gayet tabii olarak buna da cilbâb demek mümkündür. Farz edelim ki, iffetli olmayan veya toplum tarafından kötü yolda olduğu kabul edilen kadınlar, kendilerini bu kıyafet içerisinde arz etmeye başlamış ve bu durum da yaygın hâle gelmişse, o zaman başörtüsü ve pardösü, cilbâb olmaktan çıkmıştır; mutlaka değiştirilmelidir.
Şu da bilinmeli ki, bir toplumdaki kadınların tamamı mümin ve iffetliyse, orada cilbâba gerek kalmamıştır; aslî tesettür yeterlidir. Çünkü toplumda ‘diğer kadınlar’, dolayısıyla ayetteki “tanınmama ve eziyet görme” problemi söz konusu değildir.
Şâyet medenî bir toplumda mümin kadınlarla gayrı müslim kadınlar bir arada yaşıyor olmalarına rağmen, mümin kadınları diğerlerinden ayırt etmeyi gerektirecek menfi bir durum söz konusu değilse, böylesi bir toplumda yaşamakta olan mümin kadınlar için de cilbâba gerek yoktur. Zira ayetin hükmü, cilbâba değil, illetine bağlıdır; şayet illet devam ediyorsa, hüküm de devam edecektir; çünkü maslahat onu gerektirmektedir. İllet ortadan kalkınca, tedbire lüzum kalmaz.
Bu açıklamalara ve serdettiğimiz argümanlara dayanarak denebilir ki, cilbâb, asli bir örtü değil, kadınların ihtiyaç ânında kullanmaları gereken bir semboldür.
Sonuç
Çıplaklık duygusu sebebiyle örtünmek, edep yerlerini muhafaza altına almak ve ortama göre güzel giyinmek, insanın hassalarındandır. Bu anlamda elbise, insanın insan kimliğini; elbisenin nicelik ve niteliği de, mümin kişiliğini (takva) tamamlayıcı bir unsurdur.
Allah, Kur’an’da kadınlara ve erkeklere ayrı ayrı hitap etmiş, İslam dini açısından açmaları ve bakmaları yasak olan yerlerini ana hatlarıyla belirlemiştir. Buna göre:
A. Erkeklere:
Ferclerini örtüp korumaları, kendilerinden ve eşlerinden başkasının fercine bakmamaları, gördükleri zaman derhâl gözlerini çevirmeleri emredilmiştir.
İslam dini bakımından kendileriyle evlenmeleri mümkün olan kadınların elleri ve yüzlerinden başka ziynetlerine bakmaları yasaklanmıştır.
B. Kadınlara:
Ferclerini örtüp korumaları; kocalarından başka, erkek olsun kadın olsun, hiç kimsenin fercine bakmamaları ve gördükleri zaman derhâl gözlerini çevirmeleri;
İslam dini bakımından kendileriyle evlenmeleri mümkün olan erkeklerin bulunduğu yerde elleri ve yüzlerinden başka ziynetlerini açmamaları;
Başörtülerini, boyun ve göğüs yırtmaçlarını da kapatacak şekilde bağlamaları;
Ziynetlerini, sadece kocaları, babaları vb. ayette kimlik ve nitelikleri belirtilen şahıslardan başkalarının yanında açmamaları;
Umumi yerlere çıktıkları zaman kendilerini teşhir çabası içerisine girmemeleri, daima vakar ve iffetlerini korumaları;
Şayet ihtiyaç varsa, çevrenin rahatsız edici davranışlarından korunmak maksadıyla mümin kadınlar, iffetli kişiliklerinin bir belirtisi olmak üzere cilbâb ve benzeri bir alamet-i farikayı üzerlerine almaları emredilmiştir.
C. Hayızdan kesilmiş ve cinsellikleri tamamen sona ermiş yaşlı kadınlara, eğer mümkünse örtünmeyle ilgili adab-ı muaşerete tam olarak uymaları tavsiye edilmiştir. Aşırı yaşlılıkları sebebiyle bu imkana sahip değillerse, ziynetlerini özellikle göstermemeleri şartıyla, normal olarak giyinmeleri gereken giysilerden bir kısmını çıkarmalarında bir sakınca görülmemiştir.
D. Kadın olsun erkek olsun, bütün müminler her şeyde olduğu gibi, giyinip bezenirken de elbiselerin mutlaka takva amacına uygun olmasına özen göstermelidirler....
Ve takva elbisesi... en iyisi, budur.[61]
Dipnotlar
[1] Bkz. 6. En’am, 141; 7. A’râf, 31-32; 16. Nahl, 14; 35. Fâtır, 12. “De ki, Allah’ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı! De ki, onlar dünya hayatında müminler, kıyamet gününde ise sadece müminler içindir. Bilen kimselere ayetleri işte böyle açıklıyoruz” (7. A’râf, 31).
[2] “Ey âdemoğulları! Mescide her gittiğinizde ziynetinizi alınız; yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Allah israf edenleri sevmez” (7. A’râf, 30).
[3] Âdem ile Havva, yasak meyveden yeyinceye kadar genital organlarının farkında değillerdi. Olabilir ki, bebeklerin veya küçük çocukların cinselliklerinin ve cinsel organlarının farkında olmadığı gibi bir donukluk onlarda da söz konusuydu; ya da Allah, geçici olarak onlardan, o yetilerini bir biçimde gizlemiş idi..
[4] Allah’ın, Kur’an’da anlattıklarıyla yetinmeyenler bazı kapalı ayetleri, hatta burada görüldüğü gibi, açık ayetleri dahi Kur’an gerçeğine aykırı birtakım uydurma hadislerle /rivayetlerle açıklamaya, Kur’an’ın eksiklerini(!) tamamlamaya çalışmışlardır. Oysa ki, Kur’an, bütün hâlinde dikkatle okunduğu zaman tamamlanmaya ihtiyacı olmadığı ve yapılan yorumların boş ve yanlış olduğu görülmektedir. Sözgelişi, bazı tefsirlerde, Şeytan’ın Âdem’i aldatmasının, eşi /kadın vasıtasıyla olduğu; onun kadının tuzağına düştüğü anlatılır. Bunun için de yılan, tavus kuşu gibi daha pek çok uydurma aktörlerle konu hikaye edilir. (Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr, Cami’u’l-beyan fî tefsîri’l-Kur’an, Beyrut, t.y., I. 187 vd.) Hâlbuki ayetler gayet açıktır: “Şeytan ikisine birden vesvese verdi...” deniyor; Kur’an’ın hiçbir yerinde Âdem’in eşi tarafından aldatıldığı, aslâ söz konusu edilmiyor. Yasak ağaç hakkında da birtakım spekülatif yorumlar bulunmaktadır; kimine göre, buğday ağacı(!), kimine göre de, Havva (cinsel ilişki) imiş!... Eğer cinsel ilişki olsaydı, mahrem yerlerinin farkına önceden varmış ve o ilişkiye girmiş olmaları gerekirdi. Örtünme çabaları da daha önce olmalıydı, ilişkiye girdikten sonra değil...
[5] 7. A’râf, 20-22.
[6] Rîş, bu kelimenin lügatteki asıl mânâsı, kuş tüyüdür. Kuşların tüylerindeki süs ve güzellik sebebiyle, insanların süslenmek maksadıyla giydikleri elbise, rîş tabir edilmiştir.
[7] 7. A’râf, 26.
[8] 16. Nahl, 80, 81.
[9] Mâverdî, Edebu’d-dunya ve’d-dîn, s. 340.
[10] Farz, asıl itibarıyla sağlam ve sert bir şeyi koparmaksızın kesmek, kesip parçalara ayırmak, etki etmek, takdir etmek, tayin etmek, bir şeyi belirleyip kesinleştirmek, yol açmak, gerekli kılmak gibi anlamlara gelmektedir. (Râğıb, Huseyn b. Muhammed el-İsfehanî, el-Mufredat fî ğarîbi’l-Kur’an, “F-R-Z” mad., tahk. Muhammed Ahmed Halefullâh, Kahire 1970.) Terim olarak ise, “Farz, kendisinde şüphe bulunmayan kat’î bir delille sabit olan şeydir. Farzı bilerek inkar eden kâfir olur, terk eden azabı hak eder.” (Curcânî, Alî b. Muhammed, et-Ta’rîfât, İstanbul 1318, s. 165) Farzın fıkıh ilmindeki tarifi de şöyledir: Sübûtu ve mânâya delaleti kat’î olan hükme farz denir.
[11] Beyyinat kelimesi ise, mânâ ve maksatları açık, hükümleri anlaşılır ve uygulanabilir ayetler demektir. Ebû Hayyân’a göre, te’vile ihtiyaç duyulmayan, lafız ve mânâ yönünden müşkilleri olmayan ahkam, mev’ıze ve meseller demektir. (Ebû Hayyân, Ebû Abdillâh Muhammed b. Yûsuf el-Endelusî, el-Bahru’l-muhît, Riyad 526 H., IV. 244.) Mevdûdî şöyle diyor: Ayetteki ikinci cümle, bu surede indirilen hükümlerin, kabul etmek veya etmemekte serbest kılınan öğütler cinsinden olmadığını, özellikle ifade etmektedir. Bunlar kesinlikle itaat edilmesi gereken farzlardır. “Eğer gerçekten mümin ve müslümansanız, bunları uygulamak zorundasınız” deniyor. Üçüncü cümle, bu surede gelen talimatların herhangi bir kapalılıktan uzak olduğunu ve açık sözlerle ifade edildiğini belirtmektedir. Bu yüzden “anlamadık” diyerek onları uygulamamazlık edemezsiniz, demektir. (Ebû’l-A’lâ el-Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’an, II. 450). Ferrâ’ demiştir ki, müfessirlerin çoğuna göre, “mânâ ve maksatları açık, taşıdığı hükümleri hem ilk muhataplarına hem de onlardan sonra gelenlere farzdır. Bkz. Ferrâ’, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Ziyâd, Me’ani’l-Kur’an, Beyrut, t.y., II. 244; Taberî, age. I. 187 vd.; Râzî, age., XVI. 480; Nîsâbûrî, Nizamuddîn el-Hasan b. Muhammed b. Huseyn el-Kummî (ö. Hicri IX. asrın sonları), Ğara’ibu’l-Kur’an ve rağa’ibu’l-furK?an, (Taberî Tefsiri’nin kenarında), Mısır 1323/1905, XVII. 37; Nesefî, Ebû’l-Berekât Abdullâh b. Ahmed b. Muhammed, Medariku’t-tenzîl ve haka’iku’t-te’vîl, Kahire 1967, III. 130; ayrıca bkz. M. Zeki Duman, Beş Surenin Tefsiri, Fecr Yayınları, Ankara 1999, s.149.
[12] 24. Nûr, 1.
[13] Bkz. Ferrâ’, age., II. 244; Taberî, age., I. 187 vd.; Râzî, age., XVI. 480; Nîsâbûrî, age., XVII. 37; Nesefî, age. III. 130)
[14] 16. Nahl, 103; Şuara, 26/195.
[15] 14. İbrâhîm, 4
[16] Bkz. H.P. Rickman, Anlama ve İnsan Bilimleri, çev. Mehmet Dağ, Ankara 1992, s.6.
[17] 95. Tîn, 5
[18] 17. İsrâ’, 106.
[19] Geniş bilgi için bkz. Duman, age., s.145 vd.
[20] Bkz. Duman, age., s. 147 vd.
[21] Bkz. Râğıb, age., “F-R-C” mad.
[22] 7. A’râf, 20, 22, 26-27; 20. Tâhâ, 121.
[23] 7. A’râf, 26.
[24] Arapçada åvret; eksik, gedik, saldırıya açık; korkulacak ve zarar gelebilecek durum; açılıp görünen şey anlamındadır. Görüldüğünde utanılan ve örtülmesi gereken her gizli şey, özellikle insanın mahrem yerleri için kullanılan bir kavramdır. Bir fıkıh terimi olan avret, insanın vücudunda görülmesi ve gösterilmesi günah sayılan; namazda ve başkalarının yanında örtülmesi vacip, bakılması haram olan yerlerdir. (Bkz. İbn Manzûr, Ebû’l-Fazl Cemâluddîn Muhammed b. Mukerrem, Lisanu’l-årab, “Å-V-R” mad., Beyrut 1968; Râğıb, age., “Å-V-R” mad.; Asım Efendi, Ebû’l-Kemâl es-Seyyid Ahmed, el-Ukyan‚su’l-basît fî tercemeti’l-kam‚si’l-muhît, “Å-V-R” mad., İstanbul 1305.) Bu kelime Kur’an’da bu mânâda iki yerde geçmektedir. (Bkz. 24. Nûr, 31 ve 58.) Râğıb’a göre, avret, açıklığından dolayı utanmak anlamında olup, insanın avret mahallinden istiare olarak kullanılmaktadır. Yani insanın utanma duygusu ve inancı gereği örtme ihtiyacı duyarak sakınıp koruması gereken yerleri anlamına gelir. Resulullah’ın (s.a.v.) “Erkek erkeğin, kadın da kadının avretine bakmasın.” hadisi de bu mânâyı doğrulamaktadır. (Muslim, Ebû’l-Huseyn Muslim b. el-Haccâc el-Kuşeyrî en-Nîsâbûrî (ö. 261/874), es-Sahîh tahk. Muhammed Fu’ad Abdulbâkî, Kahire 1955, “Hayz, 18”.)
[25] Bkz. 24. Nûr, 31 ve 58; 33. Ahzâb, 13.
[26] Zebidî, Seyyid Muhammed Murtazâ (ö. 1205/1790), Tacu’l-år‚s, “Z-Y-N” mad., Mısır 1306/1888.
[27] İbn Manzûr, age., “Z-Y-N” mad.
[28] Asım Efendi, age., “Z-Y-N” mad.
[29] 10. Yûnus, 24.
[30] 20. Tâhâ, 59.
[31] Vahıdî, Ebû’l-Hasan Alî b. Ahmed en-Nîsâbûrî, Esbabu’n-nuz‚l, Kahire 1968, s. 129; İbn Kesîr, Ebû’l-Fadl İsmâ’îl b. Kesîr, el-Kureşî, ed-Dımeşkî, Tefsîru’l-Kur’ani’l-åzîm, Kahire, t.y., III. 401, 593.
[32] 7. A’râf, 31.
[33] Kurtubî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed el-Ensârî (ö. 671/1272), el-Cami’ li ahkami’l-Kur’ani’l-åzîm, Kahire, t.y., XII. 229.
[34] Mesela, bu kelime, Kur’an’da sekiz yerde Allah’ın işi, bir yerde yeryüzünün kendi işi, sekiz yerde de şeytanın işi olmak üzere on yedi yerde ‘süslemek’, ‘güzel göstermek’ anlamında malum fiil; on yerde “süslü gösterildi” anlamında meçhul fiil; on dokuz yerde de, isim olmak üzere toplam kırk altı ayette ve belirtilen formlarda kullanılmıştır. (Bkz. Muhammed Fu’ad Abdulbâkî, el-Mu’cemu’l-mufehres li elfa'i’l-Kur’ani’l-kerîm, “ZYN” mad., İstanbul 1984.) Zînet kelimesi, isim olarak geçtiği ayetlerde Allah’ın yeryüzünde ve denizlerde yarattığı ziynet (7. A’râf, 32), dünya hayatı ve zenginliği (10. Yûnus, 88; 57. Hadîd, 20), insanların günlük ihtiyaçlarını karşılaması ve mutluluklarına katkıda bulunması için yaratılmış olan at, eşek, katır, koyun, sığır, deve vb. hayvanlar (18. Kehf, 7, 28, 46), bayram günü (20. Tâhâ, 59), altın, gümüş, bilezik, mücevherat ve giysi gibi takı ve süs eşyası (20. Tâhâ, 87; 7. A’râf, 31; 29. Kasas, 79), semayı süsleyen yıldızlar (37. Saffat, 6; 67. Mülk, 5.) ve kadının sev’at’ının dışında, bedeninin tamamı (24. Nûr, 31, 60.) gibi mânâlarda kullanılmıştır. Gökyüzünün ziyneti yıldızlardır; insanın ziyneti ise, zati ve fiziksel güzellikleri haricinde, toplum içinde sahip olduğu saygınlığı, mal ve serveti, makamı, elbisesi, takıları vd. gibi şeylerdir. er-Râğıb el-Isfehânî demiştir ki, “Hakikî ziynet, ne dünyada ne de ahirette, insanı hiçbir hâlinde lekelemeyen, fakat sürekli olarak süsleyen şeydir.” (Zebidî, age., “Z-Y-N” mad.; İbn Manzûr, age., “Z-Y-N” mad.)
[35] Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kadının tüm güzelliklerinin toplandığı yeri olan yüzüne vurmayın” (Bkz. Râzî, age., X. 90).
[36] Ebû Dâvûd, Suleymân b. el-Eş’as es-Sicistanî, el-Ezdî (ö. 275/888, es-Sunen, tahk. İzzet Ubeyd ed-De’as, Suriye 1969, Libâs, 34; Kurtubî, age., XII. 229. Farklı bir rivayet için bkz. Taberî, age., XX. 93.
[37] Bkz. Taberî, age., XX. 94-95; İbn Kesîr, age.,VI. 47.
[38] İbn Kesîr, aynı yer.
[39] Ayette istisna edilen ve namahrem kişilerin yanında açılması caiz olan yerin yüz ve eller olduğu hakkında, çoğunluğunu İslam hukukçularının tespit ettiği akli delilleri şöyle sıralayabiliriz: 1) Mecelle maddesidir: “Zaruretler memnu’ olan şeyleri mübah kılarlar” (Bkz. Osman Öztürk, Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, İstanbul 1973, s. 125). 2) Bir erkek, kiminle evlendiğini bilmesi ve onunla evlenmeye karar verebilmesi için, evleneceği bir kadının, en azından yüzünü görmesi ve ona bakması, evliliğin sıhhati bakımından çok önemlidir (Bkz. Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ es-Sevre (ö. 279/892), es-Sunen, Kahire 1937, “Nikâh”, 1087). 3) Bir alışverişin geçerli sayılabilmesi için satan kimsenin kime mal sattığını, satın alanın da kimden satın aldığını bilmesi, alışverişin sıhhati için şarttır. 4) Davalı ya da davacının, mahkemeyi yürüten hakimin kim olduğunu bilmeleri gerektiği gibi, hakimin de davasını yürüttüğü kadını ya da erkeği tanıması, verilecek hükmün sıhhati bakımından şarttır. 5) Şahitlik ânında hakim ve davalının, kimin şahit olarak bulunduğunu bilmeleri şahitlik müessesesinin güvenirliği açısından elzemdir. 6) Eğitim-öğretim esnasında öğreticinin, kime ders verdiğini, kimi imtihan ettiğini bilmesi gerekir (Râzî, age., XXIII. 203-4). 7) Doktor, muayene ettiği veya tedavi etmekte olduğu hastasını tanımalıdır (Râzî, age., XXIII. 204). İşte bunun gibi hayat şartlarının mecbur ettiği bazı önemli durumlar, bir kadının, kendisini en iyi tanıtıcı organı olan yüzünü açmasını zorunlu kılmaktadır. Aksi hâlde ne evlilik, ne adalet, ne de alışveriş işleri sıhhatli bir biçimde yürütülebilir... Tehlikeli hâl ve durumlarda ise, mahrem-namahrem durumuna bakılmaksızın acilen müdahale maksadıyla bakılması ya da dokunulması caizdir. Zira, “Allah nazarında, bir insana hayat vermek, bütün insanlara hayat vermek gibidir” 5. Mâ’ide, 32.
[40] Râğıb, age., “D-M-R” mad.; 2. Bakara, 229; 5. Mâ’ide, 90-91; 12. Yûsuf, 36, 41.
[41] Bkz İbrâhîm Mustafâ ve arkadaşları, el-Mu’cemu’l-vasît, “C-Y-B” mad., I. 150.
[42] Bkz. İbn Manzûr, age., “D-R-B” mad. Bu fiilin çeşitli dillerde de farklı mânâlarda kullanıldığı görülmektedir. Sözgelişi Türkçemizde de ‘vurmak’ fiili, asıl mânâsında değil, “merkebe ya da arabaya yükü vurmak”; Fransızcada couper fiili, saç ve tarakla birlikte, ‘taramak’ anlamında kullanılmıştır: Un coup de peigne (Bir tarak darbesiyle saçları düzlemek) gibi...
[43] Taberî, age., XVIII. 94.
[44] Buhârî, “İsti’zân”, 2; “Nûr Suresinin Tefsiri”, 12.
[45] Nîsâbûrî, (Taberî Tefsi’rinin kenarında), XVIII. 78; Kurtubî, age., XII. 230.
[46] Bkz. İbn Kesîr, age., VI. 406.
[47] İbnu’l-Esîr, Ebû Sa’âdet el-Mubârek b. Muhammed el-Cezerî, Usdu’l-ğabe fî ma’rifeti’s-Sahabe, I. 321. Süleyman Ateş, Kur’an Mesajı, Ağustos-Eylül-Ekim, 1999, s. 21’den naklen.
[48] 23. Mü’minûn, 5-6.
[49] Prof. Dr. Hayrettin Karaman ve arkadaşlarının hazırladığı Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meali’nde bu ayete “Erkeklerden ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbi kimseler,” mânâsı verilmiş ki, bu mânâ, ayette niteliği belirtilen kişilerden çok farklıdır!...
[50] Kurtubî, age., XII. 234.
[51] Buhârî, “Libâs”, 61.
[52] Müfessirlerin büyük çoğunluğu, bu ayette geçen zînet kavramını iki mânâda yorumlamışlardır: Birincisi, elbise, yüzük, bilezik, küpe ve gerdanlık gibi süs eşyası; ikincisi de, bu gibi ziynet eşyasının takıldığı yerler. Yani kulaklar, boyun, gerdan ve kollar... Mesela, Abdullâh b. Mes’ûd’dan nakledilen rivayete göre, bu ayette gizli ve açık; iki çeşit ziynetten bahsedilmektedir: Biri ayak bileklerine takılan halhal, kollara takılan bilezikler, kulaklara takılan küpeler ve gerdanlık gibi gizli (gizlenebilir) ziynetler; diğeri ise, elbise gibi gizlenmesi mümkün olmayan, açıkta olan, görünen ziynetlerdir. (İbn Kesîr, age., VI. 47.) Nîsâbûrî’ye göre, bu ayette üç çeşit ziynetten söz edilmektedir. Birincisi, gözlere çekilen sürme, ellere ve ayaklara sürülen boya ya da kına, yanaklardaki allıktır. İkincisi, yüzük, bilezik, halhal, pazubent, gerdanlık, taç, kemer ve küpeler; üçüncüsü de, giysilerdir. (Nîsâbûrî, age., XX. 78.) Bu ayetteki zînet kavramına süs eşyası mânâsını veren müfessirlere göre, “görünen ziynetten” maksat, “Bir kadının takındığı veya kullandığı ziynet eşyasıdır.” Çünkü bunlar korunmadığı zaman hırsızlara veya kıskançlıklara hedef olurlar. Bu nedenle, altın, gümüş ve çeşitli değerli taşlardan yapılan ziynet eşyaları açılıp gösterilmemeli, mutlaka örtülmelidir. (Taberî, age., XX. 94-95.) Bir kısım müfessirlere göre de “Ziynetlerini açmasınlar...” ayetindeki ziynetten maksat, ziynet yeridir.” Kuşkusuz, Allah Teâlâ’nın ziyneti yasaklaması, ziynet yerlerinde bulunması sebebiyledir; ziynetleri söylemekle ziynet eşyasının takıldığı yerleri kastetmiştir. O hâlde ziynetlerin örtülmesi ve gösterilmemesi emredilmişse, ziynet yerlerinin örtülmesi evleviyetle emredilmiş olmalıdır. Yani, “Zikr-i hâl irade-yi mahall”dir. (Bkz. İbn Kesîr, age., III. 284; Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1968, V. 3504; Sâbunî, Muhammed Alî, Revai’u’l-beyan tefsîru ayati’l-ahkam mine’l-Kur’an, Şam 1977, II. 152 vd.; Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul 1990, VI. 178.) Mesela Zemahşerî demiştir ki, ziynet yerlerinin değil de ziynetin zikredilmesi, korunmak ve örtünmekle ilgili emirde mübalağa içindir. Kuşkusuz ziynetin yasaklanması, ziynet yerlerinde bulunması sebebiyledir. (Bkz. Zemahşerî, Ebû’l-Kâsım Carullâh Muhammed b. Ömer el-Harezmî, (ö. 538/1143) el-Keşşaf ån haka’iki’t-tenzîl ve ‘uy‚ni’l-ekavîl fî vuc‚hi’t-te’vîl, Beyrut t.y. III. 230.) Bize göre, bu iki görüşten birincisi, ayetin siyak ve sibakına; ikincisi de metnine, literal anlamına uygun olmayan yorumlardır. Allah, bu surenin birinci ayetinde, “mânâ ve maksatları apaçık ayetler indirdik” demesine rağmen, neden 31. ayette kendisini nakzedercesine kapalı bir ifade kullanmış olsun? Ya da doğrudan doğruya ziynet eşyasının takıldığı yerleri söylemek dururken, niçin karmaşık bir ifadeyle, ziynet yerlerini söylesin? Zemahşerî buna, “Emirde mübalağa içindir” yorumunu eklemiş. Bizce bu, ikna edici bir izah şekli değildir.
[53] Bkz. Tirmizî, “Edeb”, 40, 2795.
[54] Muslim, “Hayz”, 18.
[55] 24. Nûr, 60.
[56] Bkz. 2. Bakara, 221, 235; 4. Nisâ’, 25, 127; 24. Nûr, 3; 33. Ahzâb, 49.
[57] Bkz. “Nerede bulunursanız bulunun... İsterseniz sağlam yapılmış kalenin burçlarında da olsanız ölüm size gelir yetişir” (4. Nisâ’, 78). “Burçlar sahibi semaya yemin ederim ki...” (85. Burûc, 1) “Muhakkak ki, Biz, semada burçlar yarattık; onlarla bakanlara semayı süsledik” (15. Hicr, 16)
[58] Bkz. Duman, age., s.98.
[59] 33. Ahzâb, 59.
[60] Bkz. Nîsâbûrî, age., XXI. 32; İbn Kesîr, age., VI. 471; Nesefî, age., III. 312; Yazır, age., VI. 3929.
[61] 7. A’râf, 26.