Prof. Dr. Mehmet Zeki Duman

KADERE İNANAN KEDERDEN EMİN OLUR!...

Hollanda, 31.07.2001.

 İçinizden Allah'a ve ahiret gününe inanan, bir gün karşılaşacağını uman ve Allah'ı çok zikreden kimseler için Allah'ın elçisi güzel bir örnektir . ( Ahzab, 33/21)

2001 Yılının Nisan ve Haziran ayları, Peygamber Efendimizin Dünyayı teşriflerine tekabül eden aylardır. On iki Nisan Pazartesi günü Güneş Yılına /Şemsî takvime, üç Haziran Pazarı Pazartesiye bağlayan gece de Ay Yılına /Kameri takvime göre, Hz. Muhammed’in doğum günleridir. O nedenle dergimizin Nisan-Haziran sayısındaki yazımızı, sevgili peygamberimizin örnek alınması gereken özelliklerinden birisini tanıtmaya tahsis ettik. O’nun mücellâ şahsında Allah’a güven duygusunun, bütün korkuları nasıl yok edip paniği önlediğini; Allah’ın da, kendisine güvenen ve tevekkül eden mü’mini nasıl koruduğunun sayısız örneklerinden, sâdece üçünü hatırlatarak açıklamaya çalışacağız.

Hiç şüphesiz korkusuz insan olmaz. Zira korku insanî bir duygudur; sıkıntı verici bir heyecan türüdür. Ancak, korkunun kabul edilemez olanı, aşırısıdır. Çünkü yersiz korku, mü’minlerin, özgürlüklerini ve imanlarının cesaretini yaşamalarına engel olur. Bu yüzden korkunun aşırısı, bilhassa müm’minlere yakışmaz. Zira böyle bir korku, korunması gerekenleri korumaya ve hakları savunmaya mani olur, şahsiyeti yıpratır, mü’min kişiliği zayıflatır; Allah’la bağların kopmasına sebep olur; neticede insanı, korktuğu şeylere kul, köle; korkmadığı şeylere karşı da zâlim ve gaddar olmaya sevk eder. İşte bundan dolayı Rasulüllah (s.a.v.), “Allah’ım! Korkaklıktan, tembellikten ve cimrilikten sana sığınırım”(***) duâsını, peygamberlik hayatı boyunca dilinden hiç düşürmemiştir.

Allah’a inanan kişi, tedbiri elden bırakmayıp üzerine düşen görevleri eksiksiz, hatta kusursuz olarak yaptıktan sonra gerisini Allah’a bırakmalı; artık Rabb’ine güvenip dayanmalı /tevekkül etmelidir.

“Kadere inanan kişi, kederden emîn olur.” (****)Hadis-i şerifinde de belirtildiği üzere mü’min bilir ki: “Allah’ın yazdığından başkası başına gelmeyecektir.”(Tevbe, 9/51) Şâyet, Rabb’i onun için bir zarar takdir etmişse, bu da mutlaka imtihan amacıyladır;(Bakara, 2/155) artık O’nu engelleyecek hiç bir güç yoktur.(Ra’d, 13/11) Böyle bir durumda mü’minlerin yapacağı en güzel şey, “İnna lillah ve inna ileyhi raciuun” / “Biz Allah’a âidiz; neticede yine O’na döndürüleceğiz...”(Bakara, 2/155) diyerek Allah’a iltica etmek ve sabır ile, duâ ile, hatta mümkünse sadaka ile belayı def’ etmeye çalışmaktır. Bilinmelidir ki, başa gelen her bela mutlaka yaptığımız bir hatanın, yanlışlığın ya da kötü bir işin, günahın cezasıdır.(Nisa, 4/89)”İyilikler, kötülükleri giderirler.”(Hud, 11/114) mıstakınca sadakalar belayı karşılar; zararını ya önler, veya hafifletir...

Söz gelişi, Rasulüllah (s.a.v.)’ın endişe verici bir durumla karşılaştığı zaman yaptığı şu iltica duâsı, bizim de her zaman için başvuracağımız güzel bir sığınak olmalıdır:

“Allahümme! Eslemtü nefsî ileyke; ve veccehtü vechî ileyke, ve fevvaztü emrî ileyke ve elce’tü zahrî ileyke... Lâ melcee velâ mencâ minke illa ileyke... âmentü bi kitabikellezî enzelte ve bi nebiyyikellezî erselte.”(*********)

Meali:

“Allah’ım! Senden çekinerek ve senden umarak nefsimi sana teslim ettim; yüzümü sana döndürdüm; işimi sana havale ettim; sırtımı sana dayadım... senden gelecek olana karşı bile, senden başka bir sığınağım ve dayanağım yoktur. Senin indirdiğin kitabına ve gönderdiğin elçine iman ettim.”

Peygamber Efendimizin ‘Seyyidu’l-İstiğfar’ dediği şu duâ da güzel bir sığınaktır:

Allahümme, ente Rabbî. la ilâhe illa ente halaktenî, ve ene abdüke ve ene alâ ahdike ve va’dike mesteta’tü. Eûzü bike min şerri ma sana’tü. Ebûü leke bi ni’metike aleyye ve ebûü bi zenbî fağfir lizünûbî fe innehû lâ yağfiruzzünübe illa ente; bi rahmetike ya erhamerrahimîn!

Meali:

Allah’ım! Benim Rabbim sensin, senden başka Tanrı yoktur, beni yaratan da sensin. Bense, senin kulunum, gücüm yettiği ölçüde sana verdiğim söz ve va’dim üzerinde durmaya çalışıyorum. Yaptıklarımın şerrinden sana sığınıyorum. Bana lütfettiğin nîmetlerini itiraf ettiğim gibi sana karşı günahlarımı da itiraf ediyorum. Günahlarımı bağışla! Zira senden başka günahları bağışlayacak hiç kimse yoktur. Ey merhametlilerin en yücesi, senin rahmetine ihtiyacım var!...

Rasulüllah’ın peygamberlik hayatı, doğrudan doğruya canına yönelik tehlikeler ve bâdirelerle dolu bir hayattır. Fakat, ne kadar korkunç olursa olsun, yaşadığı tehlikeli anların  hiç birisi O’nu çekingenliğe itmedi; günlük işlerini yapmasına engel olamadı, risâlet görevini amacına ulaştırmasına mani olmadı; daha da önemlisi, bu tehlikelerin hiç biri onu, Rabb’inden başkasına sığınma düşüncesine dahi sevk etmedi; edemezdi de... aksi halde günde beş vakit namazda Rabb’inin divanına durup da nasıl: “İyyake nabudü ve iyyake neste’în” / “Yalnız sana kulluk ederiz ve  yalnız senden yardım dileriz”(Fatiha, ¼) diyebilirdi ki!?

Allah’a ve Ahiret gününe inanan her insanın olması gerektiği gibi, onun yegâne sığınağı Allah idi. Mesela o, amcası Ebu Talib’e gelerek: Eğer yeğenin bu davasından vazgeçmeyecek olursa, onu öldüreceğiz, tehdidini açıkça savurmakta bir beis görmeyen Kureyş’in önderlerine: “Siz benim cesedimi çiğnemedikçe, yeğenime bir fiske dahi vuramazsınız!” cevabını veren hâmisi ölmüş; müşriklerin baskısı bir kat daha artmıştı. O böyle bir dönemde bile Allah’ın dininin düşmanlarına boyun eğmedi, hicret etmeyi tercih etti. Bu maksatla Taif’e gitmişti. Şâyet izin ve güvence verirlerse tebliğ görevini orada sürdürmek istiyordu. Fakat Taif halkından beklediği ilgiyi göremedi. Tam aksine ummadığı biçimde bir şiddet ve saldırıya maruz bırakıldı; Rasulüllah’ın geçeceği yolun iki tarafına dizilen halk onu taş yağmuruna tutmuştu. Kan revan içerisinde bir hurma bahçesine sığınmak zorunda kaldı. Biraz gölgelenmek ve dinlenmek maksadıyla gölgesine oturduğu hurma ağacının altında başını semaya doğru kaldırdı ve: “Allah’ım! Kuvvetimin azlığını, insanların aşağılamalarını sana şikâyet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Zayıf görülerek ezilenlerin Rabbi sensin. Benim Rabbim de sen... O halde sen beni kime emanet edeceksin? Bana surat asmakta olan uzağa mı, yoksa bütün işlerimi eline tevdi ettiğin düşmanlarıma mı? Fakat ne olursa olsun... ben hepsine razıyım; yeter ki sen de benden razı ol, bana gazap etme! (...) Ben senden başka bir güç ve senden başka bir kuvvet tanımıyorum!(***)Hz. Pey. Sev. Bak.

Rasulüllah (s.a.v.) hicret ederken de Allah’a sığınarak yola çıkmıştı. Artık Mekke’de, şirki terk edip tevhîd üzere yaşamak ve yalnız Allah’a kulluk etmek imkânsız hâle gelmişti...  Çünkü Allah’ı bırakıp putlara körü körüne tapınan beyinsizler, putlara ibadetten vaz geçen hiç kimseye Mekke’de hayat hakkın tanımıyorlardı. Bu yüzden sahabe ikişer, üçer... gruplar halinde Medine’ye hicret etmek üzere yola çıkıyorlardı. Bu durumu gören Kureyş’in uluları telâşa kapıldı; Muhammed’i elimizden kaçırırsak, bir daha onu engellememiz mümkün olmaz. O nedenle acele edip, Mekke’den çıkmadan onu öldürmeliyiz, dediler. Darunnedve’de toplandılar. Aldıkları karara gereği her kabileden bir kişi olmak üzere on kişiyi bu işle görevlendirdiler. Sanki katline ferman çıkardıkları bu kişi, onları doğru yola değil de sapıklığa; hakka, adalete ve insanlığa değil de haksızlığa, adaletsizliğe ve kötülüğe çağırıyordu!!

Hz. Muhammed’i  öldürmekle görevlendirilen on kişi ise, ellerinde kılıçlarıyla sanki onların mallarına, canlarına, ırz ve namuslarına saldırmış; hayat haklarını ve özgürlüklerini ellerinden almış birisine saldıracakmış gibi Rasul’ün evinin önünde toplanmış, dışarıya çıkmasını beklemeye koyulmuşlardı. Rasulüllah (s.a.v.), yalın kılıç olarak kapısının önünü kesmiş caniler karşısında hiç tereddüt etmedi. Emanetleri sahiplerine vermek üzere görevlendirdiği Hz. Ali’yi yatağına yatırdı, sonra da Rabb’ine sığınarak evinden çıktı ve onların gözleri önünde yürüdü gitti... Canilerse, Allah’ın Elçisini önlerinden geçip giderken ya şafak vaktinin alaca karanlığı sebebiyle göremediler, ya da görmekte oldukları bu şecaat karşısında sâdece baka kaldılar!...

  O (s.a.v.), hicret esnasında da karşılaştığı tehlikeler karşısında Allah’tan başkasına sığınmamıştı. Rasulüllah ve yol arkadaşı Hz. Ebu Bekir, hicret esnasında geceyi geçirmek maksadıyla bir mağaraya sığınmışlardı. Onlar mağaradayken, başlarına konulan ödülü kazanmak için peşlerine düşen caniler mağaranın önüne kadar geldiler. Bunları görünce Hz. Ebu Bekir, Rasulüllah hakkında endişelenerek telaşa kapıldı. Can dostu, yol arkadaşının telâşini hissedince: “Lâ tahzen” İnnellahe maanâ” / “Üzülme! Şüphesiz,, Allah bizimle beraberdir”(Tevbe, 9/40) diyor, onu teskin etmeye çalışıyordu. Öyle ya: Allah varken, gâm niye?... Siyer kitaplarında bir örümcek ağı ile yuvasında oturmakta olan bir güvercinin onları koruduğu hikâye edilmektedir. Bunlar, sâdece sebep olarak düşünülebilir, ama asıl koruyucuları, kendisine büyük bir güvenle tevekkül ettiği Yüce Allah’tı:

“Eğer siz ona (Peygamber'e) yardım etmezseniz, Allah ona yardım eder. Hani o kâfirler, onu Mekke'den çıkardıkları vakit iki kişiden ikincisi olarak mağarada bulundukları sırada arkadaşına "Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir." diyordu. Allah onun kalbine sükûnet ve kuvvet indirmişti ve onu görmediğiniz bir orduyla desteklemişti. Kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan Allah'ın kelimesidir. Ve Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.” (Tevbe, 9/40)

Allah’ın düşmanları onu ne zaman rahatsız etmediler ki!... Yine bir sefer esnasında O yüce insan, yağan yağmurda ıslanmış, biraz da yorulmuştu... sığınılacak bir ağaç altı gördü, zırhını sırtından çıkardı, kılıcıyla birlikte ağaca astı ve dinlenmek üzere oraya oturdu. Tepeden vaziyeti gözetleyen çeteye mensup bir gözcü, hemen reisleri Dasur’a koştu:

- “Dasur!... Dasur, çabuk ol! Muhammed, işte şuracıkta, hem de yapayalnız...” dedi. Dasur, hemen kılıcını çekip, koşarak tepeden indi; iki büklüm olarak sinsi sinsi yanına  yaklaştı ve âniden  Rasulüllah’ın karşısına dikiliverdi: “Söyle bakalım! Şimdi seni benim elimden  kim kurtarabilir?” dedi.

Rasulüllah (s.a.v.) oldukça sâkin bir tavırla: “Allah... “ cevabını verdi ve hiç telâşlanmadan yerinden kalktı, ona doğru vakur bir tavırla bir, iki adım atınca iri gövdesine, heybetli duruşuna ve elindeki kılıca rağmen Dasur, birden bire  dehşete kapıldı ve kılıcı elinden düştü. Rasulüllah, Dasur’un kılıcını yerden aldı ve ona çevirdi: “Şimdi sen söyle!... Ya seni benim elimden kim kurtaracak?” dedi. Dasur, gördüğü bu şecaat ve yaşadığı dehşet ve panik karşısında: “Allah bir... Allah bir... İnandım ki, sen gerçekten Allah’ın elçisisin” dedi ve iman etti. Rasulüllah(s.a.v.), elindeki kılıcı sahibine verdi, hakikati görüp Allah’a ve Elçisine iman ettiği için Dasur’u kutladı ve onu, diğer kardeşlerini de İslâm’a davet etmek üzere tebliğle görevlendirdi...

Rasulüllah (s.a.v.) peygamberlik hayatı boyunca karşılaştığı bütün saldırılarda asla metanetini bozmadı, Rabb’inin koruması altında olduğu bilincini kaybetmedi ve O’ndan başka hiç kimseye güvenmedi, başka kurtarıcı beklemedi.  Zira o biliyor ve inanıyordu ki, “Allah, seni insanlardan koruyacaktır”(Maide, 5/67) vaadinde sadık olan Rabbi, kendisiyle olduğu sürece, hiç kimse ona zarar veremezdi. Çünkü Allah, kendisine güveneni, asla hayal kırıklığına uğratmazdı...

Yersiz korku, Müslüman’a yakışmayan korkudur. İnsan haddini ve sorumluluğunu bildiği, insanlara, hatta canlı-cansız bütün varlıklara saygılı olduğu, toplumsal yasalara; âdab ve erkâna riâyet ettiği sürece aşırı korkuya kapılmamalıdır! Bilmelidir ki, Allah’a ve insanlar da dahil çevresindeki eşyaya karşı görev bilincini taşıdığı ve bile bile suç işlemediği sürece kişi, her türlü saldırı karşısında ma’dur ve mazlumdur. Muzluların yardımcısı ise, Hazreti Allah’tır. O izin vermedikçe, kimse kimseye hiç bir şey yapamaz.(Teğabün, 64/11)

 Öyleyse,

Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol!...

Yol varsa, budur... bilmiyorum başka çıkar yol.

 

Site tasarımı Mehmet Akif Duman

Elektronik posta adresi