BİREYSEL VE SOSYAL BİR ERDEM OLARAK ÂDÂB-I MUÂŞERET
Âdab-ı Muâşeret, insana özgü bir erdem olan âdab ile nezaket kurallarının bireysel ve sosyal hayatta uygulanan kısmıdır. Bu terkip, âdab ile muâşeret kelimelerinin birbirine izafesiyle oluşturulmuştur. Edeb (çoğ.âdâb) ferdî ve ictimaî hayatta akıllılık, usluluk, hâl ve tavrın iyiliği, güzelliği hoşluğu; terbiye, haya, utanma, usul, yol, zerafet, nezaket, güzel ahlâk; sonradan kazanılmış olan müeddeb davranış usül ve kaideleri gibi manalara gelmektedir. Muaşşeret ise, bir arada yaşama, hoşça geçinme, görgülü davranma; insanlara, akl-ı selimin hoş gördüğü, dinin onayladığı[1] tarzda muamele etme olarak tarif edilebilir. Âdab-ı Muaşeret, genelde ailede anne ve baba, eğitim kurumlarında ise, seçkin eğitimciler tarafından verilen iyi bir insanî eğitim ve öğretim yoluyla elde edilir; özellikle de ahlaken seçkin örnek şahsiyetlerde görülerek kazanılır. Eğitimli /terbiyeli insandaki mevcut “iyilik” vasfının, daha ziyade söz, iş ve davranışlara yansıyan şeklini ifade eder. “Görgü Kuralları” olarak da bilinen âdab-ı muaşeret, insanı, toplum hayatında görgü ve nezaket açısından hata yapmaktan ve utandırıp yüz kızartıcı davranışlardan koruyucu vasfına da sahiptir.[2] Edeb özde ve sözde olur; özdeki edeb davranışlara, sözdeki edeb ise, söze zerafet ve daha nice güzellikler katar.
İslâm’da âdâb’ın kaynağı Kur’an-ı Kerim, Sünnet-i Seniyye ve bu iki kaynağa dayalı; bilhassa Kur’an ve Sünnet’e aykırı olmamak şartıyla, evrensel ve yöresel örfler, adetler ve geleneklerdir. Yüce Allah, müminlerin hem kendisine yönelişlerinde hem Resul-i Edibi Hz. Peygamberin yanında hem de birbirleri ile ilişkilerinde nasıl olmaları ve davranmaları gerektiğini bizzat Kur’an’da talim etmiştir.[3] Elçisi de “Üsve-i Hasene” örnek vasfı ve seçkin kişiliğiyle bunun şekillireni göstererek uygulanmasına müzaheret etmiştir...
Adab’ın gayesi, Müslümanları, Allah Teâlâ’nın hoşnut olup seveceği bir edeple süslemek; onların, başka insanlarla olan münasebetlerinde ölçülü, kibar ve daha sevecen hareket etmelerini sağlamak; ilişkilerini daha yaklaştırıcı, birbirleriyle ülfet ettirici ve sevdiririci kılmaktır. Asıl amaç ise, hem şahsın hem de toplumun huzur içerisinde, birbirlerine sevgi ve saygı bağlarıyla yakınlaşıp birlikte ve hoşça geçinmelerini sağlamaktır.
Hiç kuşkusuz, cemiyet içerisindeki her fert, insan olarak aynı derecede saygıya lâyıktır. Ancak âdab ve erkân sahibi “edîb/terbiyeli” kimselerin toplum içerisinde özel yerlerinin olduğu da bilinmektedir. Bu yüzden insanlar arasında sınıf farkı değil, terbiye ve tahsil farkı her zaman ve zeminde geçerlidir… Mesela “Her bilenin üstünde bir alimin olduğu”[4] gibi alim ve abidler de ilim, amel ve takva bakımından derece derece birbirlerinden üstündürler.[5] Resulüllah’ın (s.a.v.) “İnsanları layık oldukları yerlerine koyunuz!”[6] emri bunu söylemektedir. O nedenle, bireysel ve sosyal hayatta her müslümanın aynı derecede olmasa bile, belli bir terbiyeye sahip olması beklenebilir.[7] Ayrıca, insanlara hak ettikleri değeri vermek, onları layık oldukları makama koymak, beşerî ilişkilerde ölçülü davranmak… şahsa itibar, haysiyet ve şeref kazandırır ve onu hak ettiği övgüye lâyık kılar.
Yüce Allah, insanlık tarihi boyunca insanlara; özellikle inananlara peygamberleri vasıtasıyla edeb kurallarını, muaşeret esaslarını öğretmiştir. Bu yüzden her peygamber, mutlaka kavminin en olgun, en edib ve en seçkin kişisidir. Her bakımdan örnek vasıflara sahip talimcisidir. Sözgelimi yüce Mevlamız, biz Muhammed ümmetine şöyle hitap etmiştir: “Muhakkak ki, sizden Allah’a ve ahiret gününe kavuşacağını uman ve Allah’ı unutmayan kimselere Allah’ın Resulü’nde güzel bir örnek vardır.”[8] İbrahim (a.s.), Kur’an’da, hâlen bize örnek gösterilmektedir...[9]
Kendisine, ilahi bir “ruh” olan vahiy indirilmeden önce “Kitap nedir, iman nedir? bilmeyen” Hz. Muhammed, o ruhun kalbinde aydınlatıcı bir nura çevrilmesiyle hidayete ermiş ve insanları da “Sırat-ı Müstakim”e erdirmeye başlamıştır...[10] “Beni Rabbim terbiye etti ve eğitimimi çok güzel yaptı...”[11] sözü Hz. Peygamber’in, diğer peygamberler gibi, gerçekten seçkin ve eğitilmiş bir insan olduğunun diğer bir ifadesidir...
“Muhteşem bir ahlakın sahibi”[12] olup “Âlemlere sırf rahmet olarak gönderilen”[13] Hz. Peygamber, bir keresinde ashabına nasıl davranmaları gerektiğini öğütlerken şöyle demiştir: “Hüsn-ü hâl, teennî, iktisad… peygamberliğin kırkta biridir.”[14] Bu sözün Türkçesi şudur: Her hâl u kârda güzel görünüm sergilemek, hep ölçülü davranmak ve daima düşünerek hareket emek… peygamberlerin ahlâkına yükselmek demektir. Veya Peygamberlerin vasfından kırkta birine sahip olmak demektir… Tüm bu açıklamalar gösteriyor ki, İslam’da adab’ın kaynağı Allah, Peygamberler ve onlara tabi olan seçkin müminlerdir. Maksat ise, sağlıklı insanlar, sağlıklı ve düzenli toplumlar ve sağlıklı, edebli, örnek nesiller vücuda getirmektir... “Mübâlağasızca denilebilir ki, ordularda askerin sevk ve idâresi ne ise ictimaî hayatta muâşeret kaideleri de odur.”[15]
Sosyal münasebetlerin normal olarak sürdürülmesi; şahsın akli dengesi ile yakından ilgili bulunup sıhhatine de büyük etkisinin olduğu tespit edilmiştir. Bu husus psikologlar tarafından da doğrulanmıştır. Şöyle ki: “Sosyal münasebetler akli denge ile bağlantılı mıdır?” şeklindeki soruya verilen cevap şudur: “Yapılan incelemelerde, ele alınan psikiyatrik hastaların çeşitli ve farklı illetlerine rağmen; bir noktada birleştikleri dikkati çekmektedir: Hepsinde de çevrelerindeki kişilerle münasebet kurma ve anlaşma zorluğu görülmüştür. Akıl hastahanelerindeki tarihçeleri incelenince; akli denge bozukluğundan önce de etraflarındaki insanlarla (aile, arkadaş, meslektaş v.s.) normal ve iyi münasebet kuramadıkları ortaya çıkmıştır. Münasebet kuramamanın mı hastalığı başlattığı, yoksa hastalığın mı sosyal münasebetleri engellediği tartışılmaktadır... Şurası muhakkak ki, zihnî denge ile beşerî münasebetler arasında yakın bir bağlantı vardır. Hiç kimse ile geçinmeyen, kimseyi sevmeyen; yahut anormal ve müstebit sevgi tezâhürü ile davranan, insanlardan kaçan ve onları kendisine düşman sayan vs. hislerle buhran içinde olan kimsede bir çeşit dengesizlik tesbit edilebilir.”[16] Nitekim kalplerin tabibi, gönüllerin sevgilisi Resulüllah’ın (s.a.v.): “İnsanlarla ülfet etmeyen ve kendisiyle de ülfet edilmeyen bir kimsede hayır yoktur!”[17] hadisi de son çağlarda bilim adamlarının bu konudaki bilimsel tespitleri ile aynı fikri paylaşmaktadır...
Abdurrahman es-Sâfûrî (v. 894 h.) bir beytinde, akılla edebi bir arada zikretmiş, birbirleriyle olan yakın ilişkilerini veciz bir ifade ile şöyle terennüm etmiştir: “Allah, hiçbir kimseye akıl ve edepten daha üstün bir bağışta bulunmamıştır. O ikisi gencin güzelliğidir. Şâyet onları kaybederse hayatın en güzel iki şeyini kaybetmiş olur.”[18] Gerçekten akıl ve edebin, birlikte bir insanda bulunması, insanın aynı zamanda en sağlıklı halidir... Toplum içerisinde şahsı hürmete lâyık kılan, âli derecelere yükselten aklı ve edebidir. Aklı olmayan veya aklı olup da biedeb olan /edebsiz, yahut her ikisi birden olmayan kimse cemiyette, insan olmaktan ziyade bir değere sahip olmayan zavallılardan başkası değildir. İslam’da, peygamberlerden sonra mevkileri derece derece birbirinden üstün olanların alimler olduğunu yukarıda zikretmiştik. İlim adamlarını da yükselten veya düşüren, hiç şüphe yok ki, iman ve adalet vasıflarından sonra gelen edebleridir. İslam Filozofu İbn Sina demiştir ki: “Beş okka ilmi olanın, hiç olmazsa bir okka da edebi olsa gerektir…” Mevlânâ (v. 1273) Hazretleri de: “Ey âşıklar, nefsinizi edeple süsleyin. Zira aşk yollarının hepsi de edepten ibarettir.”[19] diyerek, İlâhî Aşk’a varan yolların tamamının edepten ibaret olduğunu; O’na varabilmek için nefsi edeple tezyin etmek gerektiğini Hak âşıklarına tavsiye etmiştir.
Anlaşılıyor ki, “İnsan” olarak üstün bir meziyete ve ayrıcalığa sahip olan Ademoğlunun, “tab’an medenî” olup[20] fıtratı gereği toplum içerisinde yaşarken, insanî vasıflarında daha da yücelebilmesi, beşerî kemale erip İlâhî aşka varabilmesi, ancak imandan sonra takınacağı güzel edeble mümkündür… Çünkü aklı olmayanın dini olmaz… Edebi olmayanın da insanlığından söz edilemez. Zira Şeyh Sadi Şirâzî bir beytinde denmiştir ki: “Âdemîzâde ger bî edebest âdem niyst; der çeşm-i benî Âdem ve hayavan edebest.” “Adem olmaz adı asla edebsiz olanın – Edebdir çünkü farkı insan ile hayvanın!” Bunun analmı şudur: “Ademoğlu eğer edebsiz ise, adam değildir; çünkü Ademoğlu ile hayvan arasındaki fark edebdir…”
Sağlıksız bir ruha sahip olup insanlarla ünsiyet kurmayanın ve hemcinsleriyle ülfet etmeyenin, elbette güzel ahlâkından da söz edilemez. İlahi aşk ise, ancak dini, insanlığı ve ruhi sağlığı yerinde olan gerçek insanlar için söz konusudur. Hakk’ı ve insanı sevmeyen, ona aşık olmayanın ilahi aşkı nereden olsun ki!
İçtimai hayatta her ferdin aklî dengesi, insanlarla sağlıklı ve sürekli ilişkiler kurabilmesi, anlamlı ve nezih bir hayat yaşayabilmesi, hiç şüphesiz, cemiyetin düzeni ve sosyal münasebetlerin seviyesiyle çok yakından ilgilidir... Konuya ters açıdan baktığımız zaman da durum aynıdır; içtimaî düzenin olmadığı toplumlarda ferdî hayatın sıhhatinden bahsetmek pek mümkün gözükmemektedir. Çünkü fert ve toplum, birbirini vücuda getiren önemli iki esastır. Biri olmadan diğerinin olması imkânsızdır… Bir toplumun bozulması demek, o toplumu vücuda getiren fertlerinin ahlaken tefessüh etmiş olması demektir. Eğer bir toplum tüm değerlerini teker teker kaybetmiş, kendi içinden çürümüşse, artık o toplumu ayakta tutabilecek etkili bir dinamikten söz edilemez.[21] Aldos Hexley, “Texts and Pretext” adlı eserinde şöyle demiştir: “Ruhen çözülen insanın, ahlâkî suçluların yanına gelmemesine imkân yoktur.”[22] Zira bir insanda aklî dengenin bozulması demek, o insanın her şeyini kaybetmesi demektir. Ondan her türlü kötülük beklenebilir… Belki de bu yüzden Allah Teâlâ, Müslümanlara, büyüğünün yanında ses tonunu ayarlamaya varıncaya kadar... tüm âdab ve erkanı, âyet-i kerîmeleriyle bizzat ta’lim etmiş; ictimaî yaşayışlarının düzen ve âhengi için de bunlara uymayı zorunlu kılmıştır.[23] İslâm’dan başka hiçbir din ve disiplinde, her konuda olduğu gibi âdab konusuna da bu kadar önem verildiği görülmemiştir.[24]
Âdab ve erkâna riayet, müminin ibadetleri açısından da çok önemlidir. Çünkü şer’î hükümlerden, mükelleflerin fiillerine taallük eden mâlî ve bedenî ibâdetler; farz, vâcip, sünnet, müstehab ve âdab olmak üzere beş kısma ayrılır. Bunlardan herbiri bir öncekinin tamamlayıcısı durumundadır. Şöyle ki: Âdâba tam riâyet eden, müstehabların ecrine ulaşır; müstehabları ihmal etmeyen, sünnetlere kusur işlemeyen vâcibi terk etmez. Vâciplerin ikmâliyle de farzlar “ihsan” derecesine ulaşır. Bu demektir ki, farzları tam olarak yapmış olmak için vâciplere; vâcipleri noksansız yapabilmek için sünnetlere; sünnetleri tam olarak ta’kip için müstehablara; müstehablarda arzuya ulaşabilmek için de âdâba riâyet şarttır. Zira âdâba riâyet etmeden amellerin maksadına eriştiğini söylemek imkânsızdır. Meşhur Cibril hadisinde, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “ihsan”ı târif ederken: “İhsan, sen Allah’ı görüyormuş gibi ibâdet etmendir, sen, O’nu görmesen de O’nun seni mutlaka görmekte olduğunu bilmendir…”[25] buyurmuştur. O halde Allah’ın gözü önünde yapıldığı bilinen işlerde adaba riayetsizlik olur mu? Enes b. Mâlik (v. 179 h.) (r.), şöyle demiştir: “Amelde edep, onun kabulüne işarettir.”[26] Bu demek oluyor ki, ibâdetlerde edebe riâyet ne kadar fazla olursa kabulüne dair ümit de o derece ziyade olur. Meselâ, zekât ve sadakayı ele alacak olursak; “Veren el alan elden daima üstündür…”[27] gerçeğine rağmen, görürüz ki, yapılan ihsan ve yardımlar esnasında tatbik edilen İslâmî âdab sayesinde ne veren verdiği için kuruntuya kapılıp üstünlük psikozuna kapılır ve alanın izzet-i nefsini rencide eder, ne de alan, fakr u zaruretinden ötürü ezilir, mahcup olur... Çünkü Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle demiştir; “Sadakaları açıktan vermeniz güzel bir şeydir; eğer onları gizler, fakirlere öyle verirseniz, bu sizin için daha iyi olur! Allah bununla günahlarınızdan bir kısmını örter! Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”[28] Bir başka ayetinde: “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için topraktan çıkardıklarımızın temiz ve hoş olanlarından Allah yolunda harcayın; size verildiği takdirde dudak büküp burun kıvırmadan alamayacağınız kadar kötü şeyleri vermeye kalkışmayın! Bilin ki Allah zengindir; övülmüştür..”[29] emri ile de verilecek şeyin kaliteli olmasını Müslümanlara tavsiye etmiştir… Daha bunun gibi birçok âyet-i kerîmelerle ibâdet kastıyla yapılan işlerin âdâbını öğreten Allah Teâlâ: “Ey iman edenler! (…) başa kakmak ve verilen kimseye eziyet etmek suretiyle sadakalarınızı boşa çıkartmayın!”[30] uyarısı ile de âdab ve erkânına riayet edilmeden yapılan iyilikleri kabul etmiyeceğini beyan etmiştir.[31] Namazdaki “İhlas”, “Ta’dil-i erkana riayet”, “Huşu’ ve Hudu”; Hac’daki sıkıntıları sabırla göğüslemek, insanları incitmemeye gayret etmek, onlarla tartışmamak, bilhassa cidalden uzak durmak… bunların hepsi, bu ibadetlerin kabule şayâna olabilmeleri için uyulması gereken âdab ve erkandandır…
Görülüyor ki, İslâm’da yapılan ibâdetler; ancak âdabına riayet edildiği zaman makbuldür. Edebe uyulmadan yapılanlar ise sadece yapılmış olur; fakat sahibine pek birşey kazandırmazlar… Edebi olmayanın şeriatı da olmaz derken, ibâdetler konusunda edebin önemini belirtmek isteyen Celâl el-Basrî (k.s.) der ki, “Tevhid îmanı /şeriatı (tatbik etmeyi) gerektirir, şeriatı olmayanın îmanı ve tevhidi de olmaz. Şeriat da edebi gerektirir. Edebi olmayanın şeriatı, îmanı ve tevhidi de olmaz.”[32] Şu halde denilebilir ki, îmanın kemâli, ibâdetlerin kabûle şayan olabilmeleri, ancak âdab ve erkânına riâyetle mümkündür…
Bir gün, sahabeden ber kaç kişi bir çocuk için mezar kazıyordu. Resulüllah (s.a.v.) de orada oturmuş, onları seyrediyordu. Mezarı kazanlar, kazma işini tamamlayıp mezardan çıkakacakları zaman Allah’ın elçisi, parmağıyla lahdin üst kısmındaki bir çıkıntıyı onlara gösterdi ve: “Şurayı da düzeltin sonra çıkın!” buyurdu. Sahabiler önce birbirlerine baktılar, sonar da birisi: Ya Resulallah! O çıkıntı orada dursa ölüye bir zarar vermez, düzeltsek hiç bir fayda sağlamaz… deyince o yüce zat, işlerde ihsan/estetik ilkesini belirleyen şu hikmeti buyurdu: “Hiç şüphesiz Allah güzeldir, güzeli sever…”[33] Nitekim yüce Mevla, Neml suresinde, sanatındaki estetik mükemmelliğe işaret ederek şöyle demiştir: “Baktığında dağları yerlerinde sabit sanırsın, oysa onlar bulutların yürüdüğü gibi[34] yürümektedirler... İşte bu, yarattığı her şeyi mükemmel yapan Allah’ın san’atıdır…”[35] yani, Allah, her şeyi itkan ile /olması gerektiği biçimde mükemmel yaratmıştır. Muhakkak ki O, işlerin olması gerektiği şekilde tam, sağlam ve güzel yapılmasını da sever… Hareket hâlindeki bir nesnenin gözü yanıltacak derecede mükemmelliği sebebiyle hareketsizmiş gibi görünmesi, sanatın, estetiğin mükemmelliğinden başka ne ile izah edilebilir ki?! Şu ayet de aynı şeyi söylemiyor mu? “Yedi göğü tabakalar hâlinde yaratan O’dur! Sen, Rahman’ın yaratmasında hiçbir düzensizlik göremezsin! Haydi, gözünü çevir de bak, bir çatlak görebiliyor musun? Sonra, gözünü ikinci defa çevir... İmkânı yok, göremezsin! Sonuçta gözün sana umudunu kesmiş, yorgun ve bitkin hâlde dönecektir.”[36]
Sonuç olarak deriz ki, edeb, diğer bir ifade ile âdab-ı muaşeret, insanı; dolayısıyla toplumu zerafet, nezaket ve estetiğe… Söz, iş ve davranışlarında ölçülü davranmaya, düşünerek hareket etmeye ve hüsn-i hâle/güzelliğe… Allah’a yönelişlerinde ihlâs, huşu’ ve hudu’a; Resûlüllah ile ilişkilerinde gönülden sevgi, saygı ve ağırbaşlılığa… davet etmektedir. Sözün özü, gerçek manada insan olmaya çağırmaktadır… Müminlerin tüm işleri, “itkan” ile ibadete, ibadetleri de âdab ile “ihsan” derecesine yükselebilmektedir… “İtkan” ve “ihsan”, mükemmelliğe atılmış iki imzadır… Allah’ın san’atı evren, bu imzayı taşımaktadır. İsteyen her göz, bu imzayı her yerde ve her an görebilir… Yüce Mevlâ kulların’dan; özellikle mümin kullarından bunu arzu etmektedir…
Âdab-ı Muaşerete riayet, bir müminde akıl, İman, İbadet ve İhsan gibi dürt yüce erdemin bir arada bulunduğunun alametidir. Bu dört erdemin, hepsi birden, bir insanın söz, iş ve davranışlarına yansıması, kuşkusuz onun kemaline işarettir. Zaten bir insanda iç ve dış güzelliği /estetik ve âdab bir arada ise, o insan, beşer vasfı sebebiyle mükemmel olmasa bile, onun erişeceği mertebe, hiç şüphesiz, kemaldir… Resulüllah (s.a.v.) bunun en güzel bir örneğidir… Onun eğitip yetiştirdiği Hz. Ebu Bekirler, Ömerler, Aliler, Osmanlar… ve benzeri daha nice Allah dostları akıl ve edeb ile yücelmiş kemal sahibi örnek müminlerdir…
dipnotlar:
[1] Allah Teala, hanımlarınız size karşı aşırı derecede saygısızlık etmedikleri, isyankar bir tavır sergilemedikleri ve dik kafalılık edip takmamazlık etmedikleri; çirkin söz söylemedikleri, aşırı geçimsiz olmadıkları sürece onlarla “ma’ruf” vechile geçinin, buyurmuştur. Kur’an’da geçtiği her ayette ma’ruf, akl-ı selimin hoş gördüğü, dinin onayladığı söz, iş ve davranışlar olarak tavsif edilir. (Bkz. Nisa, 4/19)
[2] Bkz. Âsım Efendi, Kâmûs Trc., I/134; Zebidî, Tâcu’l-arûs, 1/144. İbnu Manzûr, Lisanu’l-Arab, 1/206, v.d.
[3] Bkz. Allah’a yönelişte âdâb, Fatiha, 1/1-7; A’raf, 7/55, 205; İsra, 17/110… Hz. Peygamber ile ilişkilerde âdâb: Nur, 24/62-64; Ahzab, 33/53-58, 68, 69; Hucurat, 49/1-5… Meclis âdabı: Mücadele, 58/7-13 (özellikle 11. ayet)…
[4] Yusuf, 12/76.
[5] Bkz. En’am, 6/83; Enfal, 8/4; Mücadele, 58/11…
[6] Ebu Davud, Sünen, Edeb, 23.
[7] Krş. Saffetî Ziya, Âdâb-ı Muâşeret, s. 7.
[8] Bkz. Ahzab, 33/21.
[9] Bkz. Mümtahine, 60/4, 6.
[10] Bkz. Şura, 42/52.
[11] Bkz. Aclûnî, Keşfu’l-hafa, I/67; Suyutî, Camiu’s-Sağir, I/12.
[12] Kalem, 68/4.
[13] Enbiya, 21/107.
[14] Tirmizî, Birr ve Sıla, b. 65, H. 2010, IV/366.
[15] Saffetî Ziya, Âdâb-ı Muâşeret, s. 4
[16] Züleyha Münif 12.6.1978 Tarihli Tercüman Gazetesi, 3 Sual, 3 Cevap köşesinden naklen.
[17] Ebû Abdillah Ahmed b. Muhammed b. Hanbel, (v. 241 H.), el-Müsned, Beyrut, 1389, 11/400.
[18] Abdurrahman b. Abdusselâm, es-Sâfûrî, Nüzhetü’l-Mecâlis ve Müntehâb en-Nafâis, Mısır, 1357 h., I/78.
[19] Mevlânâ Celâlüddin-i Rûmî, Mesnevî, Tercüme ve Şerhn, Tahîru’l-Mevlevî, İst. 1964, I/113.
[20] Rağıb el-İsfehanî, (v. 502 h.), er-Risâle fî Âdâb-ı Muhaletatı’n-Nas, (1243 h. de yazılmıştır) vr. 14/b
[21] Krş. Enfal, 8/53; Ra’d, 13/11.
[22] Muhammet Kutub, İslâm ve Materyalizme Göre İnsan (Trc. Kemal Sandıkçı,) İst. II. baskı, tarihsiz, s. 302.
[23] Reddü’l-Muhtar’da kaydedilen bir izahda, muâşeret esaslarını öğrenmek farz-âyın olan ilimlerden sayılmış ve: “İslâmın farzlarından biri de: kişinin, dinini ikâmede, amellerini ihlasla yapmasında ve Allah’ın kullarıyla muâşerette muhtaç olduğu şeyleri öğrenmesidir” denilmiştir. (İbnu Âbidîn Muhammed Emin b. Ömer, v. 1252, a.g.e., Mısır, 1972, I/29.)
[24] Bkz: Maurice Bucaille, Müsbet İlim Yönünden Tevrat, İnciller ve Kur’ân (Trc. Dr. Mehmet Ali Sönmez), Konya, 1979. (Eser baştan sonuna kadar tetkik edilmeye değer.)
[25] Buhârî, Îmân, 37, I/18.
[26] Sühreverdî, Şihâbuddîn ebu’l-Hafs Ömer b. Muhammed b. Abdillah, Avârifu’l-Maarif, (İhyâ’nın sonunda). Beyrut, tarihsiz, V/151.
[27] Buhari, Zekat, 18.
[28] Bakara, 2/271
[29] Bakara, 2/ 267.
[30] Bakara, 2/197.
[31] Sühreverdî, Avârifu’l-Maarif, V/151.
[32] Sühreverdî, Avârifu’l-Maarif, V/151.
[33] Müslim, İman, 41.
[34] Krş. Nur, 24/43.
[35] Neml, 27/88.
[36] Mülk, 67/3, 4.