Prof. Dr. Mehmet Zeki Duman

İSLAM MEDENİYETİ:

ALLAH MERKEZLİ, İLK VE TEK EVRENSEL MEDENİYET…

Prof. Dr. Mehmet Zeki Duman[1]

Tebliğime, başlıktaki; İslam, Medeniyet, Allah Merkezli, İlk ve Evrensel kavram ve deyimlerini teker teker açıklayarak başlamak istiyorum.

İslam

İslam, insanın, ruh ve bedeniyle birlikte hayatının her anını ve her alanını kuşatan kapsamlı bir dindir. İslam’a girmek demek, sadece bir dine girmek değil, esasını adalet, barış, güzel ahlak, estetik ve kardeşliğin teşkil ettiği medenî bir hayat tarzını yaşamaya karar vermek ve ahdetmek demektir.

İslam, Allah katında geçerli ve vahye dayalı olan tek İlahi dindir.[2] Bu dine girenlere “müslimin” adını veren de Allah’dır.[3]

İslam, barış, huzur ve esenlik anlamına gelen “SLM” kökünden türetilmiştir. Tüm insanlara yol göstermek, rehberlik etmek ve sulh ve salah içerisinde mutlu bir hayat yaşamalarını sağlamak amacıyla gönderilmiştir. Asıl hedefi mümin, muttaki ve Allah katında değerli olan insanlara[4] her iki dünyada mutluluğu yaşatmaktır.

İslam Dini, Adem’den en son peygamber Hz. Muhammed’e kadar gelip geçen tüm peygamberlerin Allah’tan alıp insanlara tebliğ ettikleri vahyin öğretileriyle tuğla tuğla inşa edilerek tamamlanmış İlahi bir dindir.

İslam, din ve şeriattan oluşur. Siyasi, hukuki ve sosyal ilişkilerin tümünü kapsayan şeriat kısmı, peygamberlere, zamana ve şartlara göre değişkendir, fakat din kısmı asla değişmez; tüm peygamberlerin tebliğinde aynıdır.

Din, tevhid, güzel ahlak ve ibadetlerden oluşan sacayağı üzerine oturur. Üçü de bir arada ve sağlam olmalıdır. Aksi halde yaşanan din, İslam olmaz!

Tevhid’den kastımız, akıl, irade, şuur ve ihlas sahibi bir bilinç ile kalpteki imanı şu ve benzeri sözlerle ikrar etmektir: Mülkün sahibi olan Allah’ım! Benim rabbim sensin! Senden başka ilah yoktur! Beni sen yarattın! Hayatı ve rızkımı veren sensin! Beni öldürecek ve sonunda hesaba çekecek olan da sensin! Sen Rahman’sın ve Rahim’sin! Ben de senin kulunum! Sana “bezm-i elest”te[5] verdiğim sözümde durmaktayım. Gücüm nispetince sadece sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dilerim.

Güzel Ahlak, Kur’an öğütlerini ve Resulüllah’ın (s.a.v.) örnek ahlakını esas alarak tüm kötü huy ve alışkanlıklardan uzaklaştırıp insanı yücelten evrensel niteliklere sahip olmak ve erdemli bir hayat yaşamaktır. Düşünerek hareket etmek, daima ölçülü davranmak ve hüsn-i hal sahibi olmak da güzel ahlakın ilkelerindendir.[6]

İbadetlerden maksat, imandan sonra namaz, oruç, hac, zekat, sadaka ve kurban gibi tayin edilen zaman ve şartlarıyla birlikte yapılan itaatlerdir. Her peygamber sadece Allah’a kul olmaya davet eder, O’ndan başka tapılan ve kulluk edilen canlı-cansız tüm sahte ilahları reddeder. İslam’ın ibadetler kısmı da, tevhid ve güzel ahlak gibi, asla değişmez.

Namaz, Din’in direğidir; imandan sonra gelir ve Allah ile bağı/sıla devam ettirir ve kulluk bilincini ihsan derecesine yükseltir.

Oruç, kötülüklere karşı bir kalkan ve aynı zamanda sabır eğitimidir; mümini tüm fenalıklardan uzaklaştırmak suretiyle insanlıkla ilgili vasıflarını korur.

Zekat ve sadakalar, başta akrabalar olmak üzere fakir, yoksul, yetim, yolcu ve bakıma muhtaç olan insanları görüp gözetmeyi hedef alır; böylece hem, hak sahiplerinin hakkı verildiği için malı temizler, hem de mümini mala düşkünlükten ve cimrilikten arındırıp yüceltir.

Hac, dünya Müslümanlarını bir araya getirip birbirlerini tanımalarını /tearuf sağlar. Bu münasebetle ülkeler arasında siyasi, ticari, ekonomik… anlaşma ve dayanışmaların gerçekleştirilmesine vesile olur. İslam âleminin güç ve fikir birliği halinde varlıklarını korumalarına önemli katkıda bulunur.

Kurban, Allah için fedakârlık anlamına gelir. Sadece malın değil, gerektiği zaman evladın bile Allah yolunda feda edilebileceği örneğini /Halil İbrahim’i hatırlatır.

Medeniyet

Medine, medenî, medeniyet kavramları, Arapçada bir yere yerleşmek, sürekli kalmak; yönetmek, itaat etmek gibi manalara gelen “müdûn” kökünden türetilmişlerdir.[7]

Medine (çoğulu medain ve müdün’dür) badiye’nin zıddıdır. Badiye, lügatte cana, mala ve çevreye arız olabilecek her tehlikeye açık olan yer, mekân,[8] çöl anlamındadır. Medine, şehir ve belde; genelde büyüğüne şehir, küçük yerleşim birimlerine belde tabir edilir.

Medenî ise, sosyal ve siyasal içerikli bir kavramdır; bir şehre mensup olan, şehirli; daha sonra da medenî bir hayat tarzını yaşayan insan anlamlarında kullanılmıştır. Yaşanan hayat tarzı, bilgi ve görgü seviyesi bakımından yüksek düzeyde olan şehirlileri ifade eder. Türkçede köylü, Arapçada bedevi medenî’nin zıddıdır. Bir anlamda da medenî bilgisiz, görgüsüz, vahşi olmayan, demektir. En büyük yerleşik birimi anlamına gelen şehir /medine anlamıyla sıkı ilişkisi vardır.

Mesela, Hicaz bölgesindeki Medine’nin adı “yesrib” idi. Yesrib,  serebe fiilindendir; yaptığı işi kötü ve çirkin buldu; dolayısıyla ayıpladı, kınadı, aşağıladı; aktı, sızdı, sivişti gibi anlamlara gelmektedir; serab da aynı köktendir. Mekân için de benzeri anlamları çağrıştırdığı için Hz. Peygamber bu yesrib adını beğenmedi ve sürekli yerleşim birimi, medeniyetin beşiği ve şehir anlamlarına gelen medine adıyla değiştirdi.

İbn Haldun’la birlikte, sosyopolitik durumu ve yapıyı, aynı zamanda bedevilik medenilik durumu ifade etmek üzere umran sözcüğü İslami terminolojiye girmiştir.[9] Batı’da “civilitation” tabirinin karşılığıdır ki, ilk defa 1757 yılında Fransa’da kullanılmış[10] ve Batılı bir hayat tarzını benimseme olarak tanımlanmaya çalışılmıştır.

Medeniyet ise, “Bir topluluğun hayat tarzı, bilgi seviyesi, sanat gücü, maddi ve manevi varlığı ile ilgili vasıflarının bütünü; bir topluluğun bu bakımdan ileri bir seviyede olması hali; şehirlilik, yeni tabirle uygarlık anlamındadır.”[11]

Sosyal Bilimler Sözlüğünün “uygarlık” maddesinde şöyle tarif edilmiştir: “Medeniyet, değişik coğrafyalarda yaşayan insanların ürettikleri bilgi, teknoloji, yapı, kurum, inanç, sanat eseri vb. maddi-manevi ürünlerin belirli bir zaman dilimindeki genel adı.”[12]

Biz, yapılan pek çok tarifi de göz önünde bulundurarak medeniyeti şöyle tanımlayabiliriz: Şehirde oturmasa bile, insana şehirli olma kimlik ve kişiliğini kazandıran seviyeli bir hayat tarzını ve eğitim düzeyini ifade eden siyasal, sosyal, kurumsal, entelektüel, teknik ve ekonomik değerler bütününe ve gelişmişlik düzeyine verilen addır.

Medenî insan, eğitimli, bilgili, görgülü ve tüm söz, iş ve davranışları kontrollü /terbiyeli, edepli insandır. Bunun zıddı medeniyetsiz’dir. O da medenileşmemiş, medeniyetle ilgisi olmayan, vahşi, bedevi, görgüsüz, terbiyesiz kimsedir.

Farabi, İbn Sina, İbni Rüşd ve İbn Haldun gibi Sosyal Bilimci, filozof ve mütefekkirlerimizin de söyledikleri gibi “insan medeniyyün bi’t-tab’” /İnsan tabiatı gereği medenî (toplumsal) bir varlıktır ve toplumsal (ictima’) yaşama kesin ihtiyacı vardır.[13] Çünkü hiçbir insan tek başına yiyecek, içecek ve giyeceklerini temin edemez, güvenliğini sağlayamaz ve hemcinsleriyle ünsiyetsiz yaşayamaz. Dolayısıyla “tek başına karşılayamayacağı ihtiyaçlarını, dayanışma, yardımlaşma ve iş bölümü çerçevesinde gidermesi ve kendi türüne özgü yetkinliklere ulaşması için toplumsal bir hayat (ictima’) oluşturmak zorundadır.”[14] Zaten “İslam fıtratı”[15] ve İslam Dininin doğası[16] da onun böyle bir hayat tarzını yaşamasını gerekli kılmaktadır. O sebeple insan, ister köyde, ister beldede, ister şehirde yaşasın; mutlaka dayanışma ve bilişim içerisinde toplum hayatı yaşamak durumundadır. Dolayısıyla insanlar Arapçada bedevî ve hadarî, Türkçede köylü ve şehirli, genelde ise medenî ve gayr-ı medenî şeklinde, yerleştikleri mekanlara göre tanımlanmaktan kurtulamazlar.

Bedevi, köyde veya çölde yaşayan ve yaşadığı o ortama göre kendini hazırlayan insandır. Badiyede /çölde yaşamak, sosyal bilimcilerin dediği gibi, vahşete; vahşi doğanın veya eşkıyanın saldırısına açık olmak demektir. Vahşet ve korku, bu insanların her an yaşabilecekleri ve mutlaka tedbir almalarını gerektiren bir gerçektir. Dağlık alanda yaşayanlar da böyledirler… O sebeple Coğrafi ve sosyal şartlar, kişileri mecbur oldukları doğaya göre yaşamaya zorlamakta ve karakterleri de ona göre oluşmaktadır. Zira orada bedevilik esastır ve çölün yasaları geçerlidir.

Şehirli ise, insana huzur, sükûn, refah ve mutluluğu sağlayacak yasaların bulunduğu bir ortamda yaşamaktadır. Uymak zorunda olduğu kanunlar, adetler, gelenekler, adâb ve erkân insanı medeni, günümüz Türkçesiyle uygar bir hayat yaşamaya mecbur eder.

Ancak şunu da söylemeliyiz ki, bir ölçüye kadar sürekli konar-göçerler hariç, olumsuz hayat şartlarına rağmen şehir dışında yaşayan insanlar da İslami eğitim, öğretim ve yönetime tabi tutuldukları zaman - ki bu kaçınılmazdır - medenî vasfını ve karakterini kazanabilirler. İman, ahlak, sosyal ilişkilerde adalet ve adâb-ı muaşeret, sadece şehirde veya beldede oturma şartına bağlı değildir. İslam’ın hedefi tüm insanlardır… Bu yüzden nice şehirli vardır ki, belli bir eğitim ve öğretim sürecini yaşamamış ve insani terbiyeyi almamışsa, öylelerine medenî demek bile mümkün değildir. Köy hayatına rağmen eğitimli, görgülü ve edepli nice hanımefendiler ve beyefendilerin mevcudiyeti de inkâr edilemez bir gerçektir. İslam’da, söz konusu olacaksa, ancak şehirli-köylü veya sınıf üstünlüğünden değil eğitim ve terbiye üstünlüğünden söz edilebilir.

İslam Medeniyetinin Temel Özellikleri

Öncelikle belirtmeliyiz ki, İslam Medeniyetinde temel kaynak Kur’an ve Sünnettir. Daha sonra bu dine mensup ilim, sanat ve teknik adamlarının buluş ve ürettikleri gelir. İslam medeniyetinin özünü ve esaslarını Din teşkil eder. Yukarıda da söylediğimiz gibi, İslam Dini insan hayatının tamamını kuşatır. İlim ve hikmet, dolayısıyla teknoloji insanlığın ortak maladır; nerede bulunursa alınır, ama İslam’ın özüne ve esaslarına aykırı olarak kullanılamaz!! İşte, özet halinde belirlediğimiz bu esaslar çerçevesinde denilebilir ki, İslam demek medeniyet demek, medeniyet demek de din demektir. O sebeple biz birbirine özdeş kabul ettiğimiz bu kavramları zaman zaman birbirinin yerine kullanabileceğimizi söyleyerek İslam medeniyetinin Temel Özelliklerine geçebiliriz.

-Allah Merkezli

Çağdaş batı Medeniyetinde Tanrı, din ve mâbed hayatın dışındadır ve bireyselliğe ve ekonomiye müdahale etmeleri asla söz konusu değildir! İslam’da ve İslam medeniyetinde ise Allah, Din ve camiler hayat ile iç içedirler. Ne ticaret mabedin yolunu keser, ne de ibadet alış-verişe mani teşkil eder! İkisi birbirinin adeta mütemmimi durumundadır.[17]

Çünkü alemleri yaratan Allah’tır. Yaratılışın sebebi ise insandır… Yaratılmışlar içerisinde en değerli varlık da insandan başkası değildir! Ahsen-i takvim üzere yaratılmış ve yaratılmışların birçoğundan üstün tutulmuştur. Hz. Peygamber’in ifadesiyle, “eşref-i mahlukat”tır. Allah onu özgür yaratmıştır. Başta hayat hakkı olmak üzere, aklını, fikrini, malını, dinini, neslini ve onurunu dokunulmaz kılmıştır. Hanefi fukahası “İsmet âdemiyetten gelir” derler. Yani dokunulmazlık, insan olmanın doğal sonucudur. İslami literatürde “…zaruriyyat-ı diniye” olarak adlandırılan bu dokunulmaz hak ve özgürlükler “evrensel planda insan ilişkilerini düzenleyen aksiyomatik, yani herkesin tartışmasız kabul ettiği ilkelerdir..”[18] Bu ilkeler, “Bir yandan farklı kültürel kimlikleri korurken, diğer yandan onların bir arada yaşamalarını mümkün kılacak ortak normatif zemini inşa etmiştir.”[19] O sebeple insanlar temel haklarına sahip ve özgür olarak bir arada yaşamalıdırlar; bir başka insana veya eşyaya kul-köle olmak insan haysiyetine yakışmaz!!

Her şey; “alem-i ekber” denilen evren bile, “alem-i asğar” denilen insan için yaratılmış, bütün yaratılmışlar ona boyun eğdirilerek hizmetine sunulmuştur. İnsanlar arasından seçilmiş; ilimle, hikmetle donatılmış ve vahiy ile doğru yola iletilmiş olan onca seçkin ve yüce peygamberler, onlara indirilmiş olan Tevrat, Zebur, İncil ve ilahî sahifeler ve elimizdeki Kur’an-ı Kerîm bile, her şey; evet, her şey insanın dünya ve ahret hayatındaki refah ve mutluluğunu temin içindir.

Allah’tan ruh taşıyan ve halifesi olarak O’nun adına yeryüzünde emaneti yüklenen varlık türü insandır. Bu üstünlüğü ve şerefi sebebiyle onun Allah’tan başka kulluk edeceği ve önünde eğileceği hiçbir varlık yoktur. Aksine her şey ondan küçük ve onun altındadır. O âlemlerin özü/zübdesi, mükevvenatın gözbebeğidir.[20]   Dolayısıyla kâinatın merkezinde insan, insan hayatının merkezinde ise Yüce Rabbi vardır.

Bu demektir ki, evrendeki her şey insan için, insan ise yüce Rabbi Allah için yaratılmıştır. O, sadece yaratıcısına kulluk göreviyle yükümlüdür. O’ndan başkasına kulluk, insanlık vasfında düşüklük anlamına gelir; hatta o vasfı tamamen kaybetmektir de denilebilir.[21] İşte bu yüzden İslam Dinine ilk adımı atan kimse, “kelime-i tevhid”/“Allah’tan başka ilah yoktur” ilkesi ile O’nun dışındaki kulu ve kölesi olunan tüm sahte ilahları bir kalemde silip atmış olur. “La ilahe illallah!” diyen her mümin, böylece – en azından tüm hakları gasp edilmiş olsa bile, kendi zihin dünyasında - hürriyetini ilan etmiş demektir. O kişi, her an ve her yerde Allah’ın kendisiyle beraber olduğunun bilincindedir. Bu bilinç, onun hayatını kısıtlamaz, aksine gücüne güç katar ve ufuklarını daha da genişletir. Çünkü Rabbi, her an ve her yerde onunla beraberdir… Bu yüzden mümin, söyleyeceği her söz, yapacağı her iş ve gerçekleştireceği her davranışta Allah’ı yanı başında bilir. O’nun, yapacağı işi vaktinde ve olması gerektiği biçimde sağlam ve güzel yapanları/mutgınin sevdiğinin bilgi ve bilincindedir. Ona olan sevgisini, saygısını ve bağlılığını mutlaka ortaya koyacağı eserlerine yansıtır. Müslüman aydınların, musiki, şiir, edebiyat, sanat, mimari ve benzeri tüm eser ve eylemlerinde bu imanın gücü, ruhu ve rehberliği vardır. Nitekim Nuh’un (as.) yaptığı gemi, Allah’ın vahyi ve direktifleriyle vücut bulmamış mıdır? Mimar Sinan’ın inşa ettiği camiler; özellikle Selimiye bu imanı ve ruhu yansıtmıyor mu?

- İlk ve Tek Evrensel Medeniyet

Günümüzde Kadim Medeniyetlerle birlikte çağdaş Batı medeniyetinden söz edilmektedir. Kadim medeniyetlerle, genelde Eski Hind Medeniyeti, Eski Mısır ve Yunan Medeniyetleri gibi çok eski medeniyetler kast edilir. Çağdaş medeniyetle de, yaklaşık M. S. 1600-1700’lü yıllardan itibaren başlatılan aydınlanma çağı ve gelişen süreçte ortaya çıkan Batı Medeniyeti murat edilir. Bu süreçte, gelişmekte olan bilgi ve teknoloji ile birlikte insanın ön plana çıkartılması ve Orta Çağa hâkim olan Tanrıya, Dine; dolayısıyla bu ikisinin yeryüzündeki gölgesi adıyla egemenliğini kabul ettirmiş olan Kiliseye karşı büyük bir zafer kazanılmıştır… Bu, Hıristiyan Batılının bakışına göredir ve bir yönüyle de sağlıklı bir bakış açısıdır. Ancak İslam dinine ve Tanrı anlayışına da aynı gözle bakıldığı için sağlıksız ve kompleksli bir bakış açısıdır. Oysa onun karşı çıktığı din, Kur’an’ın da hiçbir zaman tasvip etmediği Hıristiyanlık (belki Yahudilik); Tanrı, teslis akidesiyle ifade edilen ilah; mabed ise o çağlarda akla ve bilime söz hakkı tanımayan ve bir takım dogmalarıyla meşhur kilisedir. Oysa İslam, aklı, tefekkürü, hikmeti ve ilmi önceleyip teşvik eden, Allah’tan başka hükümran tanımayan, Peygamberini ise, Allah’tan vahiy almaktan başka hiçbir ayrıcalığı bulunmayan bir kul ve elçi olarak tanıtan Hak /gerçek bir dindir. Onda üzerinde düşünülmesi yasak olan hiç bir ayet, tartışılmaz hiçbir konu bulunmamaktadır. Yüce Allah Kur’an’da kendisinin sorgulanmasında bir beis görmemektedir, ayetlerine sistematik eleştiri ile yaklaşılmasını isterken Elçisi ve ona tabi olanlar da davet ettikleri şeye, mutlaka basiret üzere çağırırlar;[22] körü körüne inanmayı geçerli bir iman bile saymazlar. O sebeple İslam dini, pek çok Batılının yaptığı gibi, Hıristiyanlık, Yahudilik vb. diğer dinlerle aynı kefeye konulacak bir din değildir. Dinden kaynaklanan İslam medeniyeti de öyledir…

Geçerliliği tartışılır bazı kaynaklarda, ilk insan, ilkel insan olarak tanıtılır. Bu kaynaklara göre başlangıçta, insan çırılçıplak olarak vahşi doğada vahşi bir hayat yaşamakta idi. Ancak tesadüfler ve tecrübe sonucu bulduğu araç ve gereçler ile gelişme ve medenileşme sürecine girmiştir… Oysa tarihi araştırmalar ve yapılan arkeolojik kazılarda elde edilen bulgular bu savı asla doğrulamamaktadırlar. Bulgular, daha eski medenî toplumlardan ve bunlara ait oldukça güçlü eserlerinden söz etmektedirler.

Allah Teala Kur’an-ı Kerim’inde de bu medeniyetlere ve eserlerine dikkat çekmekte; onların indirildiği dönemdeki insanlardan daha güçlü ve eserleri bakımından daha teknik ve sağlam olduklarını söylemektedir. Bir kısım teknik ve eserlerin icat ve inşasının peygamberler vasıtasıyla ve vahyin yol göstermesiyle olduğunu da haber vermektedir.  Mesela; ilk insan ilk peygamberdir. İlk peygamber kendisine Allah’ın öğrettiği isimler ve vahiy ile çağdaşlarına eşyayı tanıtmış ve onlardan ihtiyaç duyulanları kullanmak suretiyle insanlık âleminde medeniyet binasının inşası başlatılmıştır. Daha sonra kavimler ortaya çıkıp sayıları arttıkça art arda gelen peygamberler bu inşaatı sürdürmüşlerdir. Mesela Kur’an’da adı geçen sayılı birkaç peygamberden biri olan İdris’e (a.s.) düzenli bir elbise biçime ve dikime tekniği öğretilmiştir. Nuh’a (a.s.) vahyin gözetimi ve direktifleri altında gemi yaptırılmış, Davud’a (a.s.) zırh yapma sanatı öğretilmiş, Süleyman (a.s.) vasıtasıyla mükemmel saraylar, heykeller, ihtiyaca göre kap-kacak yapımı ile birlikte gemicilik sanatı verilmiştir... Anlaşılıyor ki, Yüce Allah, her topluma gönderdiği ve sayıları yüz; hatta iki yüz binlerle ifade edilen peygamberler vasıtasıyla insanlara medeniyetin umdelerini teker teker öğretmiş ve en son peygamber Hz. Muhammed ile de bu inşayı; siyasi, hukuki, ahlaki ve sosyal planda tamamlamıştır. Adem’den itibaren üst üste konulan tuğlalarla inşa edilmeye devam etmiş ve bir tuğlalık boş yer kalmıştı, onu da ben yerine koyarak binayı tamamladım.”[23]

Bu açıklamalardan anlıyoruz ki, peygamberler Allah’dan aldıkları vahiy ve direktifler ile medeniyetin öncülüğünü yapmışlar ve insanlara yol göstermişlerdir. Bu yüzden ilk insan ilkel insandı, sözü doğru bir söz olamaz!

Yine bu açıklamalara ve günümüzde ortaya çıkan arkeolojik verilere dayanarak diyebiliriz ki, İslam medeniyeti insanlığın tarihi kadar eski ve ilk; insanlık aleminin tamamını kuşattığı için evrensel ve erdemli bir medeniyettir…

“Erdemli Bir Medeniyet.” Çünkü bu medeniyeti başlatıp geliştirenler, insanların en seçkini (mustafa) nitelikleriyle peygamberlerdir…

Batı’da “Muallim-i Sani” olarak tanınan “Farabi’nin siyaset felsefesinde, (medeniyetin beşiği sayılan) medine (şehir), söz konusu yetkinlik ve iyiliklerin gerçekleştiği en küçük organik toplumsal yapı olarak ele alınırken bu toplumu oluşturan fertlerin sahip oldukları dünya görüşü, mutluluk ve erdem fikri medinenin değerler sistemini meydana getirir. Bu değerler sistemi metafizikten kozmolojiye, kozmolojiden ahlak ve siyasete uzanan görüş ve uygulamaların yönlendirici ilkesini oluşturur. Aynı bağlamda Farabi dikkatini özellikle medinenin kurucu başkanı (er-reisü’l-evvel) üzerinde yoğunlaştırır. Eğer bir şehrin ahalisi tarafından benimsenen ve kuşaklar boyu izlenen dünya görüşü vahiy alan bir kurucu başkan tarafından şekillendirilmişse bu şehir erdemli şehir (el-medinetü’l-fazıla) adını alacaktır…”[24]

İslam medeniyeti, temelde insanın huzur ve mutluluğunu düşünen ve tüm insanlar için inşa edilmiş ilk ve tek evrensel medeniyettir. Zira bu medeniyet Allah’ı merkeze alan ve “İnsanı”ı yücelten; aynı zamanda ırk, renk, cins, toplum… ayırımı gözetmeksizin diğerlerine de hayat hakkı tanıyan ve onlarla barışa dayalı ilişkiler geliştiren açık bir medeniyettir.

“Açık Bir Medeniyet.” Çünkü Hz. Muhammed (s.a.v.), Medineye hicret eder etmez, orada yerleşik olan ve kendi peygamberliğini inkar eden Yahudi, Hıristiyan ve müşriklere de hayat hakkı tanıyarak onlarla “Medine Vesikası”nı imzalamıştır.

Necran’dan Medineye gelen otuz kişilik bir Hıristiyan heyetine mescidini göstererek, buyurun burada inancınıza göre ibadetinizi yapabilirsiniz, demiştir.

Keza veda haccı esnasında irad ettiği hutbesinde, insan haklarına vurgu yaparak tüm insanların kardeş olduklarını; cinsler ve ırklar arasında takvadan başka hiçbir üstünlüğün olmadığını, ayrıca bütün insanların hayat, mal ve ırzlarının (onur, aile ve namus) dokunulmaz olduğunu açıkça ilan etmiştir.

Anlaşma yaptığı tüm gayr-ı müslim toplumların, bağlı bulundukları İslam toplumuna karşı vatandaşlık görevlerini yerine getirdikleri sürece tüm temel hakları koruma altında olarak kendi dinlerini yaşamakta serbest olduklarını söylemiştir.

Aynı şekilde Hz. Ömer Kudüs’ü fethettiği zaman, orada yaşamakta olan gayr-ı müslimlerin kendi vatanlarında, dinlerini, özgür bir biçimde yaşayabileceklerini ilan etmiştir.

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un Ortodoks Hıristiyanların merkezi olarak devam etmesini istemiştir. Bu yüzden Patrikhane halen İstanbul’da ve Ortodoksların temsilcisi olarak mevcudiyetini sürdürmektedir.

Aynı Fatih, Endülüs Emevi Devletinin yıkılmasından sonra devleti ele geçiren Katolik otorite tarafından, dinlerinden dönmek istemedikleri için toplu halde imha edileceklerini bilen ve gidecek hiç bir yer bulamayan Yahudi toplumunu kendi ülkesine davet etmiştir. Bu gün Türkiye’de 500. Yıl vakfı bu ad ile kurulmuş bir vakıftır.

Günümüz İstanbul’unda, Osmanlı döneminde yapılıp da halen ayakta olan Daru’l-Aceze’de (düşkünler yurdu) barınanların ibadetlerini yapabilmeleri için cami, kilise ve havra, üçü bir arada ve aynı mekanda bulunmaktadır…

Mekke sınırlarını da aşarak tüm insanlık âlemini aydınlatan İslam’ın yetiştirmiş olduğu âlimler, edibler, şairler, mütefekkirler, filozoflar kendi çevrelerini aydınlatmakla kalmamış, çağlar ötesine ışık tutmuşlardır. Mesela sayıları binlerle ifade edilebilen Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam âlimleri bir tarafa, el-Kindi, Farabi, İbni Rüşd, İbn Sina, İmam Gazali gibi filozoflar felsefe boyutunda; Ahmed Yeseviler, Yunuslar, Mevlanalar, Hacı Bektaş-ı Veli ve Bediüzzaman Said-i Nursi gibi mütefekkirler düşünce boyutunda ve daha niceleri kendi alanlarında insanlık âlemine ışık olmuşlardır. Batıda Aydınlanma Çağının başlatılmasına önemli katkılarda bulunmuşlardır. Her birinin Batı üniversitelerinde ders olarak okutulması ve bir kısmının adına Batıda kütüphaneler kurulması bu fikri desteklemesi açısından başka delile ihtiyaç bırakmamaktadır.

Modern dünya, diğer bir adıyla çağdaş zihniyet, moderniteyi, ancak bundan üç-dört yüzyıl öncesine uzanabilen aydınlanma sürecinin bir sonucu olan pozitivizmle başlatır. Toplumların pozitivizmle birlikte aydınlanma sürecine girdiğini söyler. Ondan öncesini Orta Çağ adıyla karanlık çağ olarak nitelendirir. Bu düşünce, bir kısım gerçekçi düşünürleri hariç, İslam Dinini hiç tanımayan veya yanlış tanıyan kimselere ait olup hüsn-i kuruntudan ve büyüklük psikozundan başka bir şey değildir. Oysa peygamberlerin öncülük ettiği vahyin rehberliğine kulak vermeyen ve çoğunlukta olan insanların yaşadıkları karanlık çağ M. S. 610 yılından itibaren İslam güneşi ile yeniden aydınlanmaya başlamış ve 622 yılında Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye Hicreti ile tüm dünyayı aydınlatma sürecine girmiş ve az önce bir kısmını hatırlatmaya çalıştığımız gelişmeleri sağlamıştır. Dolayısıyla Batının karanlık olarak nitelendirdiği Orta Çağı, İslam Dünyası için de karanlık çağ olarak nitelendirmek Güneşi balçıkla sıvamaya çalışmak kadar abestir. Batı yakın zamana kadar Orta Çağ karanlığında zulüm ile yaşarken İslam bilim, sanat ve fikir adamları, asırlardan beri “İlk ve Tek Evrensel Medeniyet” olan İslam Medeniyetiyle insanlık âlemine gerçek insanlığın ne olduğunu öğretmekle meşguldü…

- Tüm İnsanları Kardeş Bilir ve Barışı Esas Alır

Kur’an-ı Kerimin beşinci suresi şöyle başlar:

“Ey İnsanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan; ondan eşini var eden ve bu ikisinden de pek çok erkekler ve kadınlar vücuda getiren Rabb’ini­ze karşı gelmekten sakının!...”[25]

Hucurat suresinin 13. Ayetinde ise aynı konu şöyle vurgulanmıştır:

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık. Hiç şüphesiz, Allah katında en değerliniz, Allah’a karşı gelmekten en fazla sakınanınızdır/muttakî olanınızdır! Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.”[26]

Bu ayetler, Allah’ın birer ayeti /kudretinin delili mesabesindeki ırk, renk, cins, dil farklılığına rağmen bütün insanların aynı kökten geldiklerine; insan olarak ortak niteliklere sahip olduklarına ve mutlaka birbirlerine karşı yükümlülük ve sorumluklarının bulunduğuna dikkat çekmektedirler. Ayrıca köken birliğine rağmen, soy ve akrabalık kültürünün oluşturulup yaygın hâle getirilmesini de dikkatlere arz etmekte ve üstünlüğün sadece takvada olduğunu söylemektedirler…

İslam, aynı zamanda barış ve esenlik dinidir. Karşı taraf savaşmadığı sürece barış içerisinde; kimlik ve dinine bakılmaksızın insana iyilik yapılmasına ve adalet ilkesinden ödün verilmemesine dikkat çekerek gayr-ı müslimlerle birlikte yaşamayı emreder. Hatta başlatılmış bir savaşta bile, karşı taraf barış teklifinde bulunmuşsa, müminlerin, hiçbir sebep araştırmaksızın kesinlikle savaşı bırakmaları emredilir:

“Eğer onlar barışa meylederlerse, sen de derhâl barışa meylet ve Allah’a tevekkül et! Muhakkak ki O her şeyi işitir, her şeyi bilir.”[27]

Şayet onlar barış teklifiyle seni aldatmak veya oyalamak isterlerse, muhakkak ki Allah onlara karşı sana yetecektir!...”[28]

Ayette de işaret edildiği şekilde, denilebilir ki: Ama ya rabbi! Karşı taraf, ya zaman kazanmak veya bir tuzak amacıyla beyaz bayrak çekmişse?

Cevap açık ve nettir:

Ne maksatla olursa olsun, mademki barış teklif ediyorlar, derhal savaşı bırakınız!! Gerisini bana bırakın; o konuda ben sizi düşünür ve gereğini yaparım, diyor…

İslam’da üç maksatla savaş emredilmiştir:

1. Dininiz hususunda,

2. Vatanınız hususunda sizinle savaşıyorlarsa siz de onlarla savaşınız. Aksi halde insanlara iyi davranmalısınız ve adalet ilkesinden asla sapmamalısınız![29]

3. Savaş için üçüncü sebep: Güçlü bir toplum, zayıf bir toplumu sürekli olarak zulmedip eziyor ve onlara hayat hakkı tanımıyorsa zalimlerle savaşmalısınız. Burada ilke, zalim ve mazlum toplumun kimliğine bakılmaksızın; ezen ya da ezilen, her ikisi de müslim veya gayr-ı müslim olabilir… mutlaka zalimle savaşılıp, zulmüne son verilmelidir.[30]

Bu son durum sebebiyle Müslümanlar, “Çağdaş Dünya”nın geçmişte yaptığı ve günümüzde hala yapmaya devam ettiği biçimde, topraklarına toprak katmak veya halkını yerüstü ve yer altı zenginlikleriyle sömürmek; diline, dinine ve yaşam tarzına müdahale etmek için değil; yeryüzünde barışı hakim kılmak, tüm insanlara refah ve mutluluk kazandırmak arzusunda olan İslam medeniyetini yaymak ve zulmü önlemek için savaşmışlardır. Fethedilen hiçbir ülkenin diline, dinine ve mabedine asla müdahale edilmemiştir. “Başımızda bir Bizans kavuğu görmektense bir Müslüman sarığını görmeyi tercih ederiz”, diyerek İslam toplumlarından yardım isteyen toplulukları zulümden kurtarmak için savaşmış ve sınırları o sebeple genişlemiştir. İşte bu gerekçe ile başkalarına kapalı ve kendi üstünlüğünü kabul ettirmek isteyen Batı medeniyetine karşı savaş açmıştır.

Yeniden “Yahudi-Hıristiyan Medeniyeti” (Judeo - Christian civilization) olarak çerçevelenmeye çalışılan Batı medeniyeti, kendi içinde başkalarına da açılma fikrini taşıyan düşünürlerine rağmen, tarihin, evrimin ve ilerlemenin son aşamasına gelindiğini söyleyebilmektedir. Bu yaklaşıma göre, Batı medeniyeti aşılamayacak ve daha iyisi mümkün olmayan bir mükemmeliyete ulaşmıştır(!)…

Fukuyama’nın dillendirdiği bu bakış açısına göre, “…Tarih ve medeniyet kuramının temelinde Batının üstünlüğü ideolojisinin yattığı gayet açıktır. İnsanlığın Batı tarafından temsil edilen tek bir medeniyeti vardır ve bundan dolayı medenileşmek isteyen dünya toplumları kendi medeniyetlerini bırakıp Batı medeniyetini kabul etmek zorundadırlar.”

Benzeri bir sözü Alman düşünürü Rudi Paret söylemiştir: “Müslüman çağdaşlaşmak istiyorsa Kur’an’dan, Kur’an’a sadık kalmak istiyorsa çağdaşlaşmaktan vazgeçmelidir.”[31]

Fukuyama’da görülen basiretsizlikle birlikte üstünlük kompleksi, Paret’te de açıkça görülmektedir... Sormak lazım, manevi değerlerden tamamen yoksun olan Batı medeniyeti, bilim ve teknolojik gelişmişlere rağmen mensuplarını mutlu edebilmekte midir?[32] Toplumun çekirdeğini oluşturan aile müessesesini koruyabilmiş midir?

Oysa “Batı medeniyeti Orta Çağ boyunca, bırakın farklı medeniyet ve dinleri bir arada tutmayı, Hıristiyanlığın farklı mezheplerini bile bir arada tutacak çoğulcu bir normatif düzen geliştirememiştir. Orta Çağdaki bu teolojik başarısızlık, günümüzde seküler sosyal bilim ve hukuk alanında da göze çarpmaktadır.”[33]

- Özünde Diğergamlık /Başkasını Düşünmek Vardır

İslam, “Halka hizmeti Cenab-ı Hakk’a ibadet bilir. O sebeple hiçbir ayırım gözetmeksizin; hatta dost-düşman ayırımı bile yapmaksızın insana hizmeti hedef gösterir. Çünkü o, “Yaratandan ötürü yaratılanları sever.” Hedefi insandır; hiçbir karşılık beklemeksizin ve sırf Allah rızası için âlemlere hizmet edin buyurur.

İslam medeniyetinin en bariz özelliklerinden biri nedir? diye sorulsa, “vermektir”/infak cevabı verilebilir. Çünkü diğer sistemler “hep al!”, “hep hak”, “hep ben” deyip başkalarını düşünmezken, İslam vermeyi teşvik etmektedir. İslam’da “görev” “hak”tan önce gelir. “Önce görevini yap ve hak et…” denilir. Resulü Ekrem (s.a.v.): “Veren el alan elden üstündür” buyuruyor. O sebeple İslam medeniyeti, Farsça tabiriyle “hoodbiyn” hep kendisini gören ve düşünen bencil değil, “diğergam” başkalarını kendisine tercihi ön gören bir din ve medeniyettir.

Kur’an’da muttaki müminler tanıtılırken: “Onlar gabya inanırlar, namazlarını vaktinde ve gerektiği biçimde kılar ve kendilerine verilen rızıktan infak ederler…”[34] denilmiştir. Pek çok ayette iman, namaz ve infak; bu üçlü hep bir arada zikredilir. Hem de “En sevdiğinizden vermedikçe gerçek iyiliğe ulaşamazsınız!”[35] denilir…

San’atta estetiği de kapsayan “itkan”, müminin işlerindeki özgün düşünceyi ve eserlerindeki mükemmelliği yansıtır.

Bir gün Resulüllah (s.a.v.) bir çocuğun defni için mezarlıktadır. İki kişi mezar kazıyor o da oturmuş, onları seyrediyordu. Mezar kazma işi bitip çukurdan çıkacakları zaman, onlardan birine parmağıyla göstererek der ki: Bak, şurada bir çıkıntı var, orayı da düzelt, öyle çık!. Sahabi, bir gösterilen çıkıntıya bakar bir de Resulüllah’a ve der ki: Ya Resullallah! Orasını düzeltsem, ölüye bir fayda vermeyecek, öyle kalsa da zarar vermez… Allah’ın Resulü yapılan işte estetik duygu ilkesine işaret ederek şu cevabı verir:

“İnnellahe mütgınün yuhibbül itgane /Allah, yaptığı işi mükemmel yapar, müminlerden de işini vaktinde ve olması gerektiği biçimde sağlam ve güzel yapanları sever.”

Yeryüzüne bakıldığında en az üçte ikisinde İslam Medeniyetine ait eserleri görmek mümkündür. Emeviler, Abbasiler, Ön/Asya halkları, Gazneliler, Selçuklular, Emeviler ve Osmanlılar dönemlerinden kalma ve sırf insanlar için, onlara hayat şartlarını kolaylaştırmak maksadıyla inşa ve imar edilmiş hanlar, hamamlar, hastaneler, yol boyunca belli aralıklarla dizilmiş kervansaraylar… Sadece insanlar değil, hayvanlar için barınak ve korunaklar… bunların masraflarını karşılamak üzere kurulan vakıflar… Evet, İslam Medeniyeti, bir yönüyle de Vakıf medeniyetidir, denilse yeridir. Çünkü sadece Allah’tan sevab bekleyerek büyük bir serveti insanlık adına vakfetmek, başka medeniyetlerde görülebilecek bir erdem değildir.

Batı medeniyetinin sahipleri, işgal ettikleri ülkelerin tüm yer altı ve yer üstü zenginliklerini çekip kendi ülkelerine taşırken, bir kısım insanları gemilerle Batıya taşıyıp köleleştirirken, delileri içerisinde cin var diyerek ateşe atıp diri diri yakarken, kadınları erkeğin bozulmuş şeklidir yahut kadının ruhu var mıdır, diyerek onun insan olup-olmadığını tartışırken Müslüman zenginler asırlardan beri insanlık uğruna başkaları için servetler harcamışlar ve halen harcamaktadırlar.

Kayseri’ye geldiğinizde mutlaka gezip görmenizi isterim. Gevher Nesibe Tıp Fakültesi. Selçuklular döneminde kalma muazzam bir sağlık kurumudur. İçerisindeki eğitim-öğretim bölümleri, hocaların odaları, hastalar için koğuşlar, ameliyathaneler; su terapisi ve müzik ile delilerin tedavi edildikleri bölümler… Hem zeminden hem de duvar içerisinden geçen ve tuğladan yapılmış borularla kurulmuş ısıtma sistemiyle bir harikadır.

Sivas, Kayseri, Niğde Aksaray ve Konya hattı üzerindeki kervansaraylar… Evet, bütün bunlar, hiç birinin inancına ve meşrebine bakılmaksızın, yolcuların hayvanlarıyla birlikte güven içerisinde konaklayacakları ve hiçbir ücret talep edilmeden üç gün boyunca dinlenip ihtiyaçlarını karşılayacakları güvenli misafirhanelerdir.

Sonuç olarak olarak diyebiliriz ki, bireyselliğin ve egoizmin hâkim olduğu Batı medeniyetinde insanı sınırlayan ve hazlarına mani olan değer yargılarının hiçbirine yer yoktur. O sebeple Tanrı sistemin dışına itilmiştir. Özgürlükçü kapitalist sistemde Tanrıya yer yoktur… XX. Asrın ilk yarısına kadar geçen sürede Batı toplumunda İnsan, soylular, kadınlar ve köleler şeklinde tasnife tabi tutulmuştu. Kadınlar ve köleler ezilen sınıfı teşkil etmekteydi. Daha dün denilecek kadar yakın bir zamanda “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesiyle” kadına hakları tanındı(!) ve kölelik sistemine son verildi(!). Hak, ama ne hak ya! Özgürlük, hem de ne biçim özgürlük!!

“İslam Medeniyeti”ne gelince, o beden ve ruh dengesini gözeten bir sistem kurmuştur. Bireysel hakları göz ardı etmeksizin toplumun; özellikle zayıf ve kimsesiz insanların haklarının korunmasını ve adaleti esas almıştır… İslam Medeniyetinde, insanlığın söz konusu olduğu yerde ekonomik üstünlüğün lafı bile edilemez. Çünkü kâinattaki her şey insan için yaratılmıştır… Asıl olan insanı mutlu etmek ve asırlara hükmedip insana hitap edecek kalıcı eserler bırakmaktır…

Bilim ve teknolojide üstün başarısına, hatta harikalar yaratmasına rağmen, insana verdiği değer açısından sınıfta kalmış olan “Çağdaş Dünya”nın, dün, yani aydınlanma çağı öncesinde olduğu gibi bu gün de, hep görmezden geldiği İslam’ın insanlık anlayışından, eşyayı değerlendiriş biçiminden ve yeryüzüne yaymış olduğu medeniyetin izlerinden alacağı çok şey olduğunu düşünüyoruz. “Dolayısıyla kendi imkân alanında nispeten zaafa düşmüş olan bu medeniyetin bütün insanlık için yararlı olacak şekilde yeniden var olma şartının aynı ilkelerle sağlıklı bir temas kurmak olduğu her sağduyu sahibinin kabul edeceği bir husustur.”[36]

 dipnotlar

[1] Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Türkiye /KAYSERİ

* İslam Dinini ve Medeniyetini, bölgenin ilim adamlarına tanıtıcı nitelikte hazırlanan bu tebliğ, 13-14 Ekim 2011 Tarihlerinde Dağıstan Devlet Üniversitesinin Mohaçkale’de düzenlemiş olduğu “İslam Medeniyeti ve Çağdaş Dünya” konulu sempozyumda sunulmuştur.

[2] “Allah katında makbul din İslâm’dır!...” (Al-i İmran, 3/19); “Kim, İslâm’dan başka bir din edinir ve yaşarsa, ondan o din kabul edilmeyecek ve o kişi ahirette tamamen zarar edenlerden olacaktır!” (Al-i İmran, 3/85) Kur’an; özellikle de bu iki ayet çerçevesinde bakılınca “üç semavi din” veya “üç ilahi din” söylemi ve inancı kesinlikle doğru değildir. Bu söylemin, Kur’an’ın muhtevasının bu açıdan iyi değerlendirilememesinden kaynaklandığı kanaatindeyiz. Çünkü alemlerin yaratıcısı Allah, tek “semavi din” diğer ifade ile “ilahi din” göndermiştir o da İslam’dır. O, hiçbir zaman Yahudilik ve Hıristiyanlık adıyla din göndermemiştir. Hem asılları itibariyle hem de sonradan kazandırılan durumları itibariyle Yahudilik ve Hıristiyanlık Tevrat’ın ve İncil’in esasını teşkil ettiği ilahi/semavi din değildir, olamaz da… Tarihte ilk defa adlandırıldıkları /dillendirildikleri günden itibaren Yahudilik ve Hıristiyanlı’ğa gelince; “Öyle anlaşılıyor ki İslâm Dini ve Medeniyetini kemale erdirmek üzere önce Yakup oğulları /İsrail oğulları seçildi. Onlar, çağdaşlarına tercih edildiler. Allah onlara özel ve sayısız nimetler ihsan etti. Seçildikleri tarihten itibaren tüm peygamberler ve yöneticiler hep onlardan oldu. Fakat bu soy, Allah’ın kendilerine atfettiği bu değeri gerektiği ölçüde takdir edemedi. Lütfedilen nimetlere nankörlükle mukabele ettiler. Hz. Musa’ya bile iftira ettiler. O da: “Ya Rabbi! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum; artık benimle şu yoldan çıkmış kavmin arasını ayır!” diye dua etti. Rabb’i de “Peki öyleyse! Orası onlara kırk yıl haram kılınmıştır; onlar da çölde şaşkın şaşkın dolaşsınlar. Sakın ha, fasıklar topluluğuna üzülme!” dedi…”(Maide, 5/25, 26) Hz. Musa’dan yaklaşık bir buçuk iki asır sonra, Yahuda’nın soyundan gelenler Yahudiler adıyla İsrail Oğullarından kendilerini ırk ve din olarak ayrıştırdılar. İslam’dan saptıkları tarihten itibaren Allah’ın gönderdiği peygamberlerine hep karşı çıktılar, hatta bir kısmını öldürdüler… “İsrail” olarak da adlandırılan “Yakub’un 12 oğlundan 4.’üncü oğlunun adı Yuda veya Yahuda idi. Yehuda kabilesinin soy atası oldu…” (Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, Isparta, 2002, s. 250) Kabilenin soy atası Yahuda’dan dolayı bu dine Yahudilik adı verildi. “Yahdilik’te yüce bir tanrıya Yahova’ya ya da Yahve’ye inanç vardır. Ancak inanılan bu tanrı özelde Yahudî halkının tanrısı olarak kabul edilir; aynı şekilde Yahudîler de tanrının seçilmiş üstün halkı olarak görülür. Yahudilikte ırk temeline dayalı bir din anlayışı hâkimdir. Karailer gibi bir iki marjinal mezhep dışında genellikle Yahudiliğin belli bir soya mahsus olduğuna inanılır.” (Şinasi Gündüz, Din ve İnanç Sözlüğü, 1998, Ankara, s, 391) Yahudilikte din ile ırk iç içe girmiş, birini diğerinden ayırmak zorlaşmıştır. Onu en iyi, kutsal kitaplarında yer alan şu cümle tarif etmektedir: ‘İşte ayrıca oturan bir kavimdir ve milletler arasında sayılmayacaktır.’ Kutsal kitaplarına dayanarak Yahudiler kendilerini dünya milletleri arasından seçilmiş kavim olarak görürler. Tanrı Sina’da bu kavmi kendine muhatap kılmış, onlarla ahitleşmiştir…” (G. Tümer, A. Küçük, Dinler Tarihi, Ankara, 1993, s. 176, 177) Yahudiler, Tanrı Yahova’nın kendileriyle özel ilişkide olduğunu ve soylarını kutsadığını iddia ettiler. Yahudiler bu inançları sebebiyle Hz. Musa’yı ve Harun’u takip eden Davud, Süleyman, Eyyüb, İlyas, Zekeriya, Yahya (as.) gibi peygamberlerin yolundan, dolayısıyla Allah katında geçerli tek din olan İslâm’dan saptılar ve ırkçılığı esas alıp yeni bir din ihdas ettiler. Allah’a oğul isnat ettiler ve Uzeyir’in Allah’ın oğlu olduğunu söylediler. (Bkz. Tevbe, 9/31) Allah’ın gönderdiği elçilere karşı çıktılar, onlarla savaştılar; birçok peygamberi konuşturmadılar, bir kısmını ise hunharca öldürdüler... Hz. Musa’nın ardından gelen bir dizi peygamberden sonra Tevrat’ta geleceği müjdelenen Hz. İsa Mesih elçi gönderildi. Yahudiler Hz. İsa’dan önce Zekeriya ve onun oğlu Yahya’yı (a.s.) öldürmüşlerdi. Allah İsa’ya Kitab’ı; Tevrat’ı ve İncil’i öğretti. Onun da tebliğ ettiği din, ataları İbrahim, İsmail, İshak, Yakub, Musa, Davud, Süleyman, Zekariya ve Yahya (a.s.) gibi İslâm idi. Hz. İsa, atalarının yolunda olduğunu söylerken, kendinden sonra gelecek olup adı “Ahmed” olan en son peygamber Hz. Muhammed’i de müjdelemekteydi. Yahudiler, atalarından bir kısmının Hz. Musa’ya yaptıkları kötülüklerin daha büyüğünü Hz. İsa’ya reva gördüler. Irkçı dinlerini/Yahudiliği tasdik etmediği, açıkça reddedip tevhide davet ettiği için onu çarmıha gerip öldürmeye kalkıştılar, ama Allah onlara bu fırsatı vermedi…(Bkz. Nisa, 4/157) İsrail oğullarından bir kısmı İsa’ya iman etmiş pek çoğu da onu inkâr etmişti. İsa, kendisinden sonrası için yazılı bir metin bırakmadı. İsa’nın ölümünden sonra onun havarîleri ve onların yolunu takip eden Nasara ve/ya Nasranîler vasıtasıyla dilden dile tebliğ edilen İncil, çok sonra ve birden fazla yazar tarafından kaleme alındı. Fakat İsa’dan yaklaşık elli yıl sonra peygamberlerin yolundan sapan, Hz. İsa’yı rab olarak nitelendiren halka egemen bir topluluk/Kilise, teslis akidesini dinlerine esas edinip ona göre yeni yasalar düzenleyen “Hıristiyanlık” adında bir din ihdas ettiler. Bu din, Pavlos’un da katkılarıyla yeni bir inanç sistemini benimseyerek gittikçe aslından uzaklaşmaya başladı… (Bkz. M. Zeki Duman, Beyanü’l-Hak /Kur’an-ı Kerim’in Nüzul Sırasına Göre tefsiri), Fecr Yayınevi, Ankara, 2008, III/580-584) “…Her sürenin/devrin bir kitabı vardır; Allah, dilediği kitabı yürürlükten kaldırır, dilediğini yürürlüğe koyar; zira “Ana Kitap” O’nun katındadır…” (Ra’d, 13/37-39)

[3] “Allah yolunda hakkıyla cihat edin! Sizi O seçti, dinde de üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Atanız İbrahim’in yoludur o! Daha önce size “Müslümanlar” adını O verdi ve bu Kur’an’da da sizi öyle isimlendirdi.” (Hac, 22/78)

[4] Resulüllah (s.a.v.) demiştir ki: “İnsan; ya mümindir, muttakidir, Allah katında kerimdir veya kâfirdir, facirdir, Allah katında bir hiçtir.”*****************

[5] “Bezm-i elest”ten maksadımız şu ayetlerde ifade edilen gerçektir:“Hani Rabb’in, âdem oğullarının bellerinden zürriyetlerini/spermlerini alıp onları kendilerine şahit tutarak “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” demiş; onlar da “Evet, Sen bizim Rabb’imizsin; biz buna şahit olduk.” Demişlerdi ya, Allah bunu, sırf hesap gününde “Bizim bundan haberimiz yoktu.” demeyesiniz veya “Daha önce babalarımız ortak koşmuşlar, bizse onlardan sonra gelen bir kuşağız. Batıla yönlendirenler yüzünden şimdi Sen bizi helâk mi edeceksin!” demeyesiniz diye yaptı. Biz, belki dönerler diye ayetleri böyle açık açık dile getirmekteyiz.” (A’raf, 7/172-174)

[6] Hz. Muhammed demiştir ki: “Hüsn-i hal /tüede, düşünerek hareket etmek /teni ve ölçülü davranmak /iktisad peygamberlerin ahlakıdır.” (Tirmizi, Birr ve Sıla, bab 65, H 2010, IV/366)

[7] İbn Manzur, Ebu’l-Fadl Cemaluddin Muhammed b. Mükerrem, (v. 711/1311) Lisanu’l-Arab, Beyrut, 1968, “mdn” madd.; Râğıb, el-Huseyn b. Muhammed el-Isfehânî, (v. 502/1108), el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân (Neşre hazırlayan: Muhammed Ahmed Halefallah), Kahire, 1970, “mdn” madd.

[8] Bkz. Râğıb, Müfredât, “beda” mad.

[9] İlhan Kutluer, DİA (Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi), “Medeniyet” maddesi, XXVIII/296.

[10] Tahsin Görgün, DİA (Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi), “Medeniyet” maddesi,  XXVIII/298.

[11] Bkz. Ferit Develilioğlu, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, “Medeniyet” madd., Aydın Kitabevi, Ankara, 2003; Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, “Medeniyet” madd., Bahar Yayınları, İstanbul, 1994.

[12] Ömer Demir / Mustafa Acar, Sosyal Bilimler Sözlüğü, Ağaç yayınları, İstanbul, 1993, s. 365.

[13] Bkz. İbn Haldun, Mukaddime, (neşre hazırlayan: Ali Abdülvahid el-Vafi) Kahire, 1401 h., I/337 (Recep Şentürk, Medeniyetler Sosyolojisi: Neden Çok Medeniyetli Bir Dünya Düzeni İçin Yeniden İbn Haldun? Adlı makaleden naklen), İslami Araştırmalar Dergisi, İbn Haldun Özel Sayısı, Sayı 16, yıl 2006, s.100.

[14] İlhan Kutluer, DİA (Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi), “Medeniyet” maddesi, XXVIII/296.

[15] İnsanlar, birbirlerine hizmet etsinler diye rızık bakımından birbirlerine muhtaç yaratılmışlardır: “Peki, Rabb’inin rahmetini taksim etmek onlara mı kalmış? Oysa onların dünya hayatındaki maîşetlerini bile Biz taksim etmiş; birbirlerini işlerinde çalıştırsınlar diye bir kısmını, rızık bakımından diğerlerinden üstün tutmuşuz! Rabb’inin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden elbette daha iyidir! (Zuhruf, 43/32); Hz. Peygamber demiştir ki: “Her doğan İslam fıtratı üzere doğar; sonradan annesi ve babası onu Yahudi, Hıristiyan, Mecusi… yapar.” (Buharî, Cenaiz, 80, 93; Müslim, Kadir, 22)

[16] Hz. Peygamber demiştir ki: “Başkalarıyla ülfet kurmayan ve kendisiyle de ülfet kurulmayan müminde hayır yoktur.” (Ahmed, II/400, V/335)

[17] (“Allah, bazı evlerin yükseltilmesine ve orada isminin zikredilmesine izin vermiştir. Bir kısım insanlar orada sabah akşam O’nu tesbih ederler. Onlar,[17] ticaretin ve alışverişin kendilerini Allah’ı zikretmekten, namazı ikame edip zekâtı vermekten alıkoyamadığı “er” kişilerdir. Çünkü onlar, kalplerin ve gözlerin dehşetten fırıl fırıl döneceği bir günden korkmaktadırlar! O nedenle Allah, onları yaptıklarının en güzeliyle mükâfatlandıracak ve lütfundan onlara fazlasıyla verecektir. Allah dilediği kimseleri hesapsız olarak rızıklandırır.”[17] (Nur, 24/36-38)

[18] Recep Şentürk, a.g.makale, s.97.

[19] Recep Şentürk, a.g. makale, s.97.

[20] Hz. Alinin bu konudaki veciz bir sözünü Şeyh Galib mısra halinde şöyle ifade etmiştir: “Hoşça bak zatına ki, zübde-i alemsin sen! /merdum ü dide-i ekvan olan Adem’sin sen!”

[21] “Andolsun ki Biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık; çünkü onların kalpleri/akılları var anlamazlar, gözleri var görmezler, kulakları var işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta onlardan daha da aşağıdırlar! Böyleleri dünya hayatını gafletle geçiren kimselerdir.” (A’raf, 7/179)

[22] Yusuf, 12/108.

[23] Cabir İbn Abbdillah’dan ve Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre Hz. Muhammed (s.a.v.) demiştir ki: “Ben ve benden önceki nebiler, tıpkı bir bina inşa edip de bir cephede bir tek kerpiç konacak yeri hariç, o binayı tamamlayan ve tezyin eden bir şahıs gibiyiz; insanlar o mescidin etrafında dolaşıyor ve güzelliğine hayran kalarak, keşke şu boşluk da tamamlansaydı, deyip duruyorlardı. İşte ben, peygamberlerin sonuncusu olarak o bir kerpici yerine koyarak İslam inşasını tamamlayan kişiyim.” (Buhari, Menakıb, 18)

[24] Farabi, el-Medinetü’l-Fazıla, s. 125, 127, 131 vd.) İlhan Kutluer, DİA’dan naklen.

[25] Nisa, 5/1.

[26] Hucurat, 49/13.

[27] Enfal, 8/62.

[28] Enfal, 8/63.

[29] “Allah, dininiz hususunda sizinle savaşmayan, sizi yurtlarınızdan çıkartmayan kimselere iyilik etmenizi ve onlara karşı adil davranmanızı yasaklamaz! Zira Allah adil olanları sever. Allah, ancak sizinle din hususunda savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkartanları ve yurdunuzdan çıkartılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onları dost edinirse işte, onlar zalimlerdir!”[29]( Mümtahine, 60/8,9)

[30] “Zayıf bulunup ezilmekte olan bir kısım erkekler, kadınlar ve çocuklar: “Rabb’imiz, halkı zalim olan şu beldeden bizi çıkart, bize katından bir sahip, tarafından bir yardımcı gönder!” diye yalvarıp yakarırlarken siz ne diye Allah yolunda savaşmayacaksınız!” (Nisa, 5/75)

[31] R. Paret’in argümanlarından biri şudur: “Mesela, Kur’an belli bir tarihsel durum karşısında çok evliliği – üstelik dörtle sınırlı olmayan bir poligamiyi – öngörmüştür.”“Benzer şekilde insan hürriyeti ve dinî hoşgörü konularında da Kur’an kaderci ve sınırlı hoşgörü taraftarı bir içeriğe sahiptir.”Dolayısıla “Kur’an’ın önerdiği yaşam düzeyi Hz. Peygamber’in çağına hitap ettiği, sonraki gelişmeler sebebiyle bu düzeyin çok aşıldığı kabul edilmelidir.”

[32] Batı Medeniyetinin, “aslında kendi içerisinde kendini imha edecek hastalıkları da taşıdığını vurgulayan…” durumu hakkında bkz. Tahsin Görgün, “Medeniyet” mad. DİA, XXVIII/299.

[33] Recep Şentürk, a.g. makale, s. 91.

[34] Bakara, 2/3.

[35] Al-i İmran, 3/92.

[36] Tahsin Görgün, DİA, “Medeniyet” Mad. XXVIII/301.

 

Site tasarımı Mehmet Akif Duman

Elektronik posta adresi