KUR’AN-I KERİM HAKK VE HAKİKAT KAVRAMLARI
Fethi Ahmet Polat’ın naklettiğine göre M. Arkun diyor ki: “Her hakikat” tarihsel olduğundan meşruiyet açısından ne kadar büyük ve intişar bakımından ne kadar etkili olursa olsun, neticede her dinsel hakikat da tarihseldir. Öyleyse Kur’an-ı Kerim de tarihsel olmaktan kurtulamaz. Gökten yere inene kadar müteal olan Kur’an, o andan itibaren artık yatay boyuta mal olmuştur ve tarihselleşmiştir.”[1]
Arkun’un, “hakikat” kavramından neyi anladığını ve burada hangi manada kullandığını tam olarak bilemiyoruz. Asıl kaynağından araştırmam gerekirken, doğrusu araştırmaya da vaktim olmadı… Ancak onun “…Her dinsel hakikat da tarihseldir. Öyleyse Kur’an-ı Kerim de tarihsel olmaktan kurtulamaz. Gökten yere inene kadar müteal olan Kur’an, o andan itibaren artık yatay boyuta mal olmuştur ve tarihselleşmiştir.” fikrinin “Hakk” ve “Hakikat” kavramları, özellikle “Hakikat” ve “Kur’an” açısından değerlendirilmeye tabi tutulması gerekmektedir. O nedenle önce bu iki kavrama dil ve anlam yönünden açıklık getirmek icap etmektedir.
Biliniyor ki bu iki kavram da Arapça’dır ve ikisi de “HKK” kökünden türetilmiş birer isimdir. Her iki kelime de Türkçe’mizde kullanılmaktadır. “Hakk” ve “hakikat” kelimeleri Cenab-ı Hakk’ı, realiteye uygun gerçeği ve sabit olan doğruyu ifade ederler.
Lisanu’l-Arab’da “hak”, var, gerçek, sabit ve doğru olan; varlığında hiç şüphe bulunmayan, inkârı mümkün olmayacak derecede gerçek ve kesin olan demektir. Cürcani, inkârı mümkün olmayacak derecede varlığı kesin ve sabit olan şey olarak tarif etmiştir. (Seyyid şerif el-Cürcanî, Ta’rifât, s. 89) Hakk’ın zıddı “Batıl”dır. O da yok; var olmayan, bir kısım insanlar tarafından var sayılsa bile varlığı gerçek olmayan anlamındadır. Misal, bu metnin müsveddesini yazmakta olduğum elimdeki şu kalemin varlığı kesin ve yazdığı yazı ile de inkârı mümkün olmayacak derecede sabittir. O nedenle bu kalem için yazı malzemesi anlamında hakk, yani gerçek tabiri kullanılır. Fakat bizim kültürümüzde “Kaf Dağı” veya “Zümrüd-ü Anka” kuşu diye bir dağ bir de muhayyel kuştan söz edilir. Bu ikisi türkülere, hikâyelere, temsillere ve efsanelere konu olmuştur. Ancak ne “Kaf Dağı”nın yer küre üzerinde ispatı mümkündür ne de bugüne kadar “Zümrüd-ü Anka” kuşuna rastlayan olmuştur. Bunların varlığı ise, gerçek değil, batıldır…
Rağıb el-İsfehanî’ye göre, hakk kelimesinin asıl manası mutabakat ve muvafakattır, dedikten sonra, “ke mutabakatı ricli’l-bab fi hakkıhi” kapının kasasının (söve, eşik v.s. kısımlarının) kapıya uygun olması, tam oturması örneğini vermiştir. Buna göre hakk, gerektiği vakitte, gerektiği miktarda, yerince ve gereğince vaki olan söz, iş ve davranış olarak tanımlanabilir. “Bu söz haktır.” Cümlesi bu manadadır. Nitekim Rağıb hakkı dört kısma ayırmıştır: 1. Hikmetin gerektirdiği şey sebebiyle bir şeyi icat eden kimseye, 2. Hikmet gereğince icat edilen şeye, 3. Aslî durumuna mutabık bir şeye inanmaya ve 4. Gerektiği vakitte, gerektiği miktarda ve gereğince vaki olan söze ve işe hakk denir. O hâlde her şeyin yaratıcısı Cenab-ı Allah haktır, onun yarattığı her şey haktır, her şeyi mükemmel olarak yarattığı haktır ve onlara iman etmek haktır. Rağıb, “Her hakkın bir hakikati vardır.” dedikten sonra da: “İmanının hakikati nedir?” sorusunu sormuş ve bu sorusuyla: “İman diye iddia ettiği şeyin gerçekliğini” öğrenmek istediğini söylemiştir. (Bkz. Rağıb, Müfredat, “Hakk” mad.)
Allah Tealâ mutlak zatı, esma ve sıfatlarıyla O Hakk’dır ve varlığı muhakkaktır. Esma ve sıfatlarının birer tecellisi olan tüm varlık âlemi, O’nun varlığına ve varlığının hakkaniyetine gerçekliğine tanıktır. Evren/kâniat diğer adıyla âlemler de onun var ettikleri olarak haktır. İbnü’l-Esir demiştir ki: “O gerçekten vardır. O’nun varlığı ve ilahlığı (eserleriyle) tahakkuk etmiş gerçekleşmiştir. Hakk, batı’lın zıddıdır.” (İbnü’l-Esir, en-Nihâye fi Garibi’l-Hadis, I/413) O nedenle varlık âlemindeki her şeyin yaratıcısı ve yaşatıcısı olan Allah, ilah olarak “hakk”, O’nun dışında tapılan ilahların hepsi batıldır. Çünkü onların hepsi “Boş isimlerden başka bir şey değildir. O isimleri de onlara insanlar atfetmişlerdir.” Allah’dan başka tapılan ilahların hiçbiri herhangi bir canlı ya da cansız varlığı yaratamadıkları gibi hayat verme v.b. yaratıcılık vasıflarına da sahip değildirler…
Hakikat ise, var, varlığı gerçek ve sabit olup kendisinde hiç şüphe bulunmayanı var kılan zatı, zatına özgü varlığı, mahiyeti ve özgün nitelikleri anlamındadır. Hakk olan her şeyin hakikati vardır. Hakikati olmayan hiçbir şeyin ne zihin dünyasında ne de dış âlemde gerçekliğinden söz edilebilir. O sebeple Allah’dan başka tapılanların ilah olduklarını ispat mümkün değildir. Onlar hakkında, şu koskoca kâinatta, delil olarak değil bir bilgi, bilgi kırıntısına dahi rastlamak mümkün değildir. Lisanü’l-Arab’da, bir iş ya da durumun hakikati, onun durumunun kesinliği anlamındadır, denmiş ve Hadisten şu örnek verilmiştir: “Bir mümin, herhangi bir Müslüman’da gördüğü bir ayıbı gidermediği süreci imanın hakikatine ermez.” Bununla imanın “halisini, mahdını ve künhünü,” yani imanda ihlâsı, katıksız ve şaibesiz olanını, özünü ve en özgününü kastetmiştir, demiştir.[2]
Rağıb el-İsfehanî ise, Hakk kelimesinin asıl manası mutabakat ve muvafakattır, dedikten ve yukarıdakilere benzer açıklamalar yaptıktan sonra, “ke mutabakatı ricli’l-bab fi hakkıhi” kapının kasasının (söve, eşik v.s. kısımlarının) kapıya uygun olması, tam oturması örneğini vermiştir. “Her hakkın bir hakikati vardır.” dedikten sonra da: “İmanının hakikati nedir?” sorusunu sormuş ve bu sorusuyla: “İmanın gerçekliğini iddia ettiği şeyi” öğrenmek istediğini söylemiştir.
Rağıb’ın: “Her hakkın bir hakikati vardır.” Sözü de gösteriyor ki, “hakk” ile “hakikat” birbirinden farklı kavramlardır. Birbiriyle ilgili, ama biri diğeri değildir… Bu açıklamaları göre, Allah nezdinde imanı gerçek olan müminin imanı haktır; imanın hakikati ise, kalbindeki tasdik olgusu olmalıdır. Nitekim Allah Tealâ Hucurat suresinde imanı gerçek yapan şeyin kesin bilgi, kanaat ve irade ile oluşan “kalpteki tasdik olgusu” olarak açıklamıştır. (Bkz. Hucurât, 49/14-18)
Kur'an-ı Kerim de, Allah’ın buyurduğu gibi, “Hakk’tır.” Âlemlerin Rabb’i “Onu hakk olarak indirmiş, o da hakk olarak inmiştir.” (İsra, 17/10) Her hakk gibi, elbette Kur’an-ı Kerim’in de bir hakikati vardır. Onun zatı, aslî varlığı; hakikati, Levh-i Mahfuz’da Allah’ın ezeli ilmi olarak kaimdir. Tıpkı Hz. Musa’ya yazılı olarak verilen Tevrat ve Hz. İsa’ya sözlü olarak indirilen İncil gibi…
Cenab-ı Hak zamanı ve mekanı yaratandır. Zaman ve mekanın yaratıcısı olarak Allah zamandan ve mekândan münezzehtir. Allah’ı, bizzat elleriyle yarattığı zaman ve mekan, dolayısıyla tarih içerisinde düşünmek muhaldir. Allah Teala zatı itibariyle tarih üstü/müteal olduğu gibi O’nun hakikatinden olan ezelî ve sonsuz ilmi, iradesi, kelamı… da tarihsel olamaz. O hâlde Allah’ın ezeli ve sonsuz ilminin mükevvenatı ihtiva eden kısmı olarak düşündüğümüzde, Levh-i Mahfuz hakkdır. Varlığı gerçektir. Levh-i Mahfuz’dan şu ana kadar varlık aleminde tezahür eden ve kıyamete, hatta kıyamet süreci tamamlanıncaya kadar tezahür edecek her şeyi; belki de âhiret hayatını da ihtiva etmektedir.
Yüce Allah’ın ezelî kelamından olarak, Allah’ın izni ile elçiler vasıtasıyla insanlık âlemine yansıtılan Kur'an-ı Kerim, Levh-i Mahfuz’un bir parçası ve belli bir zaman ve zemin içerisinde ses, söz, dil, lafız, nazım, mana ve beyan olarak insanlık alemine yansıtılan hitabıdır. Kelamullah, Abdullah Dıraz’ın temsilî bir misalle açıkladığı biçimden yerinden koparılıp da olduğu gibi tarih içerisine getirilmiş değildir. Ayna ve görüntü ilişkisinde olduğu gibi, ayetler oradan zaman ve mekan içerisine yansıtılmış olmalıdır.
Şûrâ suresi 52. ayette Allah şöyle diyor: “Allah’ın beşer ile konuşması ya (kelimenin lügat anlamlarınca bilinen şekillerde) vahiy ile ya perde gerisinden konuşmakla ya da elçi (Cebrail) gönderip dilediği şeyleri onun vahyetmesiyledir.” Kur’an-ı Kerim’in tamamı Hz. Muhammed’e Baş Elçi Cebrail vasıtasıyla Levh-i Mahfuz’dan alınarak inzal edilmiştir; oradan hakikatiyle birlikte değil; hakikati yerinde sabit kalarak… Tıpkı zihinden yazıya aksettirilen sözler, fikirler, düşünceler gibi… Gazalî’nin de işaret ettiği üzere, hafızada mevcut olup ezberden okunan Kur’an ayetleri gibi; aslı zihinde sabit, tezahürü ise dilde telaffuz, kağıt üzerinde yazı şeklindedir… Yazdıklarımız veya tasarlayarak konuştuklarımız zihnimizdekilerden başkası değildir. Onlar söze veya yazıya geçirilmeden önce de vardı, söz olarak ağzından çıkarken de var, zihinden söze veya yazıya geçirildikten sonra da varlığı devam etmektedir… Ancak Allah’ın konuşması ile bizlerin konuşması arasında fark vardır. Allah’ın ilmi ezelidir, sonsuzdur, bizimkiler ise mükteseptir, belli bir zaman içerisinde sonradan kazanılmıştır… Kur’an, hakk olarak indirildi, hakikatiyle birlikte indirilmiş değildir; beşere göre ve onun anlayacağı dil ile inzal edilmiştir. Onun hakikati Levh-i Mahfuzda bakidir. Allah’ın koruması altında olduğu için Kur'an-ı Kerim için söz konusu olmamakla birlikte, diyelim ki, Tevrat ve İncil gibi Kur'an da, tıpkı ayna kırılınca görüntünün darmadağın olduğu gibi, gerçekliğini bir biçimde kaybetse, onun hakikati kaybolmaz; o Levh-i Mahfuzda mevcuttur. Ra’d suresindeki şu ayetler, aynı zamanda bu gerçeği de ifade etmektedirler: “Allah’ın izni olmadan, hiçbir peygamberin bir ayet/kitap getirmesi mümkün değildir. Her süre/dönem için bir kitap vardır; Allah dilediği kitabı siler, dilediğini yürürlüğe koyar! Zira “Ana Kitap” O’nun katındadır.”[3]
Buna göre, Tevrat ve İncil de Levh-i Mahfuzdan indirilmiş birer hak idi. Tarihe onlar da ses, söz, dil ve yazı çerçevesinde yansıtılmışlardı. Koruması da insanlara havale edilmişti. Fakat insanlar onu koruyamadılar; Ahbar ve Ruhban sınıfı tarafından onun ses, söz, dil ve yazı şeklinde yansıyan kısmı bir biçimde tahrif edildi. Kimi yazılı nüshalara alınmadı, kimi cümleleri bozuldu, kimi kelimeleri yer değiştirildi ve kimi kelimelerin anlamları bozuldu veya metne ilaveler yapıldı… Böylece bu iki ilahi kitabın “hak” vasfı insanlar için gerçekliğini yitirdi, Pek çok ayetleri de kayboldu. Şu anda Yahudilerin elindeki Tevrat’a, Hıristiyanların ellerindeki İncil nüshalarına bütünüyle “hakk” dememiz mümkün değildir. Ama onların her ikisinin de hakikati Levh-i Mahfuzda mevcuttur. Levh-i Mahfuz ise, O Allah katında koruma altına alınmıştır, ona “mutahharûn”dan başkası dokunamaz.” O Meciddir; şan, şeref ve hakikatiyle orada durmaktadır.
Bugün Tevrat ve İncil indirildikleri gerçeklikleriyle insanların ellerinde ve nesnel varlıklar üzerinde bulunmasa da Levh-i Mahfuzdaki hakikatleri korunmaktadır. Tıpkı aynanın önünde görünenin çekilmesiyle görüntünün aynada tamamen yok olması gibi. Veya görünenin yerinde sabit kalmasına rağmen ayna yansıtma özelliğini ya tamamen ya kısmen kaybetmesi yahut da artık görüntülemeyecek derecede parçalanıp dağılması sonucu görüntünün yok olması gibi...
O halde Cenab-ı Hakk’tan hak olarak yansıyan tüm varlıkların evrendeki gerçekliği bir biçimde kaybolduğu söylenebilir. Ama onların hakikati Cenab-ı Hakk’taki veya Levh-i Mahfuzdaki varlığı asla yok olmaz. O halde Kur'an-ı Kerim bir hakktır. Onun hakikati ilm-i ezeli olarak Allah’ta ve Levh-i Mahfuzda mevcuttur. Dolayısıyla onun hakikati tarihsel değil, tarih üstü müteal bir gerçektir. Kur’an-ı Kerim, tarihe yansıyan yönüyle tarihsel olabilir, fakat hakikati itibariyle, gökte de gökle yer arasında iken de yere indikten sonra da tarihsel değil mütealdir. Ancak onun okuyan diller, o dilden çıkan kelimeler ve yazıya geçen şekiller tarihîdir ve tarihe aittir…_______________________________________
[1] Bkz. Çağdaş İslâm Düşünürleri, ARASTA Yayınları, Bursa, 2003, s.100.
[2] İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, “HAKK” mad.
[3] Ra’d, 13/38-39