GÜNÜMÜZDE KADINA YÖNELİK ŞİDDET EYLEMLERİ
Prof. Dr. M. Zeki Duman*
Şiddetin Tanımı:
Şiddet, Arapça kökenli bir kelimedir. Türkçe’de bir hareketin, bir gücün derecesini; yeğinlik sertlik durumunu ifade eder. Kaba kuvvet kullanmaya, sert davranmaya da şiddet denir.
Şiddet bireysel bir olay değil, dolaylı ya da dolaysız olarak sosyal, kültürel ve ekonomik faktörlerin sebep olduğu sosyal bir olaydır ve başta yaşama hakkı olmak üzere insana özgü dokunulmaz temel hak ve özgürlüklerin bütününün ihlâli sorunudur; kişiyi tezlîldir, insanı hiçe saymak demektir; baskıdır; zulümdür ve özel bir işkence çeşididir... Şiddetin kaynağına, uygulanışına ve uygulama alanına göre çeşitleri vardır. Bizim buradaki kastımız ailede kadına yönelik fizikî şiddet eylemleridir.
Ailede fizikî şiddet, sebebi veya gerekçesi ne olursa olsun... bir kocanın, insana özgü tüm yaşama ve dokunulmazlık haklarını bir biçimde ihlâl edip hanımına karşı fiilî bir baskı uygulaması, bir çeşit işkenceye maruz bırakması demektir.
“Kim, nereden aldığı yetki ile beni yönetiyor?” düşüncesinin tartışıldığı şu asırda, “Kim, ne adına bireyin temel haklarını ihlâl edebiliyor?” “Hangi salahiyetle insana işkence ediliyor?” soruları elbette sorulmalı ve insanlık onurunun kurtarılması adına tartışılmalıdır.
‘Yönetmek, sosyal hayatta kötülüklerle mücadele etmek ve bireylerin menfaatlerini korumak amacıyla, toplumdan alınan salahiyetledir...’ diyerek belki izâh edilebilir. Ancak bireyin temel hak ve özgürlüklerini kısıtlamak veya çiğnemek; insana şiddet ve işkence uygulamak hiç kimseye ne verilmiş bir hak ne de yetkidir!... Buna rağmen, tarih boyunca gücü elinde bulunduran ve kendini üstün görenler tarafından bir kısım insanların temel hakları çiğnenmiş, kişilikleri hiçe sayılmıştır.
Ailede şiddet sorunu da, bu günün sorunu olmadığı gibi sâdece Müslüman toplumların da sorunu değildir. Bu sorun, tüm dünya toplumlarının, asırlardan beri süre gelen büyük bir yarası ve insanı yanlış tanıma ve tanıtmaktan kaynaklanan en büyük ayıptır. Kanaatimizce bu ayıp, insanı yeterince tanımamanın, gerektiği ölçüde takdir edememenin, ona sayg duymamanın ve tek yönlü, hissî ve bencil düşüncelerin neden olduğu ön yargılı bir anlayışın dramatik bir sonucudur...
Bu anlayışın temelinde erkeklerin üstün, kadınların ise aşağı bir varlık olduğu safsatası bulunmaktadır. Alfred Adler’in dediği gibi, “kadınların aşağı olduğu görüşü o kadar yaygındır ki, bütün ırklarda rastlanan ortak bir özellik olarak karşımıza çıkmaktadır.(...) Tarih ve edebiyatta bunun sürekli belirtilerini görüyoruz. Bir Latin yazarı şöyle yazıyor: “Nulier est hominis confusio” (Kadın erkeğin bozulmuş halidir). Teologlar arasındaki tartışmalarda, bir kadının ruhu olup olmadığı sık sık tartışma konusu edildiği ve kadınların gerçekten insan olup olmadıkları konusunda bilgince tezler yazıldığı görülmüştür.”[1]
Gerçi târihte kadınların üstün sayıldığı, anaerkil aile sistemlerinin hükümran olduğu dönemler olmuştur. Kadınlara insan olmanın ötesinde kutsiyet atfedilerek olduğundan fazla yüceltildiği de bilinmektedir. Bu gün bu anlayışın benzeri bir yaklaşımı İslâm ilim adamlarında dahi görmekteyiz. Meselâ çağdaş ilim adamlarımızdan Musa Carullah’ın şu sözleri oldukça ilginçtir:
“Hatunlara saygının en büyük şahidi “onlara örfe uygun bir şekilde vazifelerine denk hakları vardır.”[2] kanunudur. Hatunlara “benzersiz vazifelerine denk olabilecek haklar veriniz.” demek, gücünüz yettiği kadar hürmet gösterin demektir.”
“Kur’an-ı Kerim hatunların kanlarını bile takdis etmiştir. Hayız ve nifasın her dakikası neslin devamına hâdim olmak şerefiyle, namaz gibi büyük bir ibadet sayıldığı için, âdet günlerinde hatunlara namaz kılmak farz değildir. Hatunlar bu günlerinde huzur-i ilâhiye daha yakın olma şerefine nail oldukları için, her dakikaları namaz gibi olur. “Hayızlı günlerinde onları yalnız bırakınız”[3] emrinin tıbbî ve sıhhî faydaları yanında kutsî bir hikmeti de vardır; buna göre hatunların âdet günlerinde kutsiyetleri ziyade ise de kanın tabiî bir yönü de vardır. Bu sebeple, âdet günlerinin sonunda yıkanmak tıbbî bir irşat olarak emredilmiştir. Temizlendikten sonra hatunlara yaklaşmak vâcip olmasa da, yalnız bırakmak emrini tamamlamak edebiyle “Onlara Allah’ın emrettiği şekilde yaklaşınız.” emri nazil olmuştur. Aynı âyetin sonunda “Allah tövbe edenleri ve temizlenenleri sever.” ifadesi seçilmiş, tövbe edenler ve temizlenenler için erkek sîğası kullanılmıştır. Bu, hatunlar temizdir, hayız ve nifas sayesinde günahları kalmamıştır, anlamına gelir. Buna göre Allah Teala erkeklerin hatunlardan ayrılmaktan dolayı tövbelerini kabul etmiş onlara kavuşmaktan dolayı da temizlenmelerini emretmiştir. Bu, Kur’an-ı Kerim’in hatunların hürmetine ve neslin ehemmiyetine ne kadar değer verdiğini gösterir. Aksi takdirde Kur’an-ı Kerim “Allah temizlenen kadınları ve tövbe eden erkekleri sever.” diyebilirdi.”
“Oysa, hem vücut hem ruh bakımından hatun erkekten üstündür. Hatunların bedenleri, tenleri, kemik ve adeleleri, damarları, beyinleri, kanları ve organları erkeklere nispetle elbette daha mümtazdır. Erkeklerle kıyaslandığında kemikleri zayıf, adeleleri cılız olabilir; ancak bu zayıflık, vazifelerine daha uygun ve daha münasiptir. Onların erkeklere nispetle kısmî zayıflıkları tabiî ve ictimaî vazifelerinin bir gereği ise, böyle bir zayıflığı hukukunun azlığına delil göstermek doğru olmaz.”
“Yeryüzünün bütün hatunları, sâdece bir ay içinde, asırlar boyunca bütün şehitlerin kanlarından ziyâde temiz ve değerli olan tabiî kanlarını insanlığın hayatı için sarf ederler. Hatunlar deryalar kadar kanlarını bereketli rahimlerinden, dünyalar kadar sütlerini rahmetli göğüslerinden hamilelik, validelik ve mürebbiyelik yolunda sarf ettikleri için, vücutları erkeklerin vücutlarından az çok zayıf kalmışsa, böyle bir zayıflık hukukunun eksikliğine sebep olmaz. Olsa olsa hatunların şereflerini, hürmet ve hukukunu artırır.”[4]
Kadını aşağı gören, ruhunun olup olmadığını tartışan, “kadın, erkeğin bozulmuş halidir” diyebilen kimselerdeki kadına bakış ile kadının bütün organlarının erkekten daha üstün olduğunu söyleyen, hatunların hayız görmeleri sebebiyle boşalan kanlarının bütün şehitlerin kanlarından ziyâde temiz ve değerli olduğunu söyleyen; hıyız hâlinin namaz gibi büyük bir ibadet olduğunu iddia eden; kadınların aybaşı halinden kesilmesi sebebiyle onların değil de erkeklerin yıkanması gerektiğini söyleyerek Kur’an’ı, asıl metnine göre değil de kendi düşüncesine göre yorumlayan kimseye ait bakışın ne farkı var?... Birincisi aşırılığın tefrit, ikincisi de ifrat boyutunu dile getirmektedir; bunların her ikisi de kadının da erkek gibi bir insan olduğu gerçeğini bilmiyor ve kadın hakkındaki düşüncelerinin aşırılığını idrak edemiyorlar.
İşte böylesine gerçek dışı çarpık anlayışların bir sonucu olarak bir kısım kültürlerde kadınlar, olduğundan başka gösterilir; genellikle de horlanırlar. Oğlan çocukları kız çocuklarına, daima tercih edilir. Onların doğumu düğün bayram günü olarak kutlanırken kız çocuklarının doğumu, kimi kültürlerde üzüntü ile karşılanır, kimi toplumlarda da kara kara düşünmeyi gerektiren bir yüzkarası olarak telakki edilir. Sözgelimi İslâm öncesi /cahiliye Araplarda kız çocuğunun doğduğu müjdesi babaları yasa sevk eden utanç verici bir olay idi. Kur’an-ı Kerim’de bu husus şöyle dramatize edilmektedir:
“Onlardan birine, ‘bir kız çocuğun doğdu’ müjdesi verildiği zaman o kişi, o kadar öfkelenir ki, öfkesinden yüzü simsiyah kesilirdi. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir ve kara kara düşünmeye başlar: Ne yapsa acaba! Bu çocuğu aşağılık duygusu içinde yanında mı tutsa, yoksa diri diri toprağa mı gömse, kurtulsa! Bak şunlara! Ne kadar da kötü düşünüyorlar!”[5]
Tabii ki bunların inanç sistemleri içerisinde, “Diri diri toprağa gömülen kız çocuğuna bir gün: senin suçun ne idi de öldürüldün?”[6] diye sorulacağına yer verilmiyordu.
“Ortaçağ Hıristiyan Teolojisinde kadının nakıs, aldatılmaya müsait, sefih bir yaratık olduğuna inanılmakta idi. Rivâyetlere göre tavus kuşunun gagasında bahçeye getirilen o minnacık yılan tarafından iğva edilen Havva, eşini de aldatarak men edildikleri meyveden birlikte yediler... Böylece Adem kadının fendine uğrayarak ilk büyük günahı işlemiş oldu.”
“Dramatik tasvirlerde, Havva cürümünün ne olduğu ve cezasının ne olacağı hususunda Allah’a sual eder ve Allah cevap verir:
“Ben seni tefkir (düşünce özürlü) ve din üzere, ve şahâdet etme ve varis olma mezuniyetinde noksan kıldım.”[7]
Hıristiyanlık Teolojisine ait bu düşünceler, Kur’an’da ve Rasulüllah’ın hadislerinde asla söz konusu olmadığı halde İslâmî literatüre de geçmiştir. Tefsirler ve Kısas-ı Enbiya adlı kitaplar bu tip safsatalarla doldurulmuştur.[8] Halbuki Kur’an’a göre söz konusu olan cennet yer yüzündeki bir bahçedir.[9] İblisin buraya girmesi imkansız değil ki, oraya girmek için tavus kuşu ya da yılandan yardıma ihtiyaç duysun!... İblis’in önce Havva’yı aldattığı, sonra da onun vasıtasıyla Adem’i yoldan çıkardığı hikâyesi de Kur’an’a göre doğru değil. Zira Kur’an’da verilen bilgiye göre İblis, Adem ile Havva’yı, ikisin birlikte aldatmıştır. Zihinlerini meşgul eden: “Acaba bu ağaç bize niçin yasaklandı?” sorusuna cevap vermek üzere yanlarına sokuldu:
“... Rabbiniz size bu ağacı melek olursunuz ve ebedi yaşarsınız diye yasakladı, dedi. Ve onlara, ben gerçekten size öğüt veriyorum, diye yemin etti. Böylece onları kandırarak aldattı. Onlar ağacın meyvesini tattıklarında çirkin yerleri kendilerine açıldı ve cennet yapraklarıyla üzerini örtemeye çalıştılar...”[10]
İslam’da ‘ilk büyük günah’ inancı olmadığı için Kur’an’da, bir kadın olarak Havva’nın bu günahtaki rolünden de söz edilmez.[11]
Kadının aşağılanması problemi, kadını insan saymayan, ona sosyal hayatta hiçbir hak tanımayan cahiliye dönemi Arapları’nda, hem de korkunç boyutta idi. Bu problem, İslâm’ın getirdiği yeni insan anlayışı, insan sevgisi ve hukukun üstünlüğü ilkesi gibi telkinleriyle Asr-ı saadette, kısa bir süre ve sınırlı bir bölgede de olsa, Müslümanlar arasında yok edilmeğe çalışılmış, büyük oranda başarılı da olunmuştur. Ancak bu kutlu asırdan uzaklaşıldıkça insanî anlayış da tersine dönmüştür. Erkeklerin, sosyal hayattaki etkinliklerinin kadınlarınki ile kıyaslanamayacak derecedeki üstünlüğü, aile fertleri üzerindeki nüfuzu ve bilhassa kadınların bilgi ve kültür düzeylerindeki düşüklük v.s. derken hâkimiyet yeniden erkeklerin eline geçmiş oldu. İslâm ile kapatılmağa çalışılan yara yeniden açılmağa ve gittikçe büyümeye terk edildi. Bu gün kadına yönelik şiddet eylemleri Müslüman olmayan toplumlarda ne ise, aşağı yukarı Müslüman toplumlarda da odur ve vahim bir olay halini almıştır.
Bu günün dünyasında kadına yönelik şiddet eylemlerinin korkunç boyutlarını dile getirmesi bakımından internet aracılığıyla almış olduğum istatistiktî bilgilerden bir kesiti burada sunmak istiyorum.
UNİCEF (BM Çocuk Koruma)’in 23. 7. 1997 Tarihinde Yayımladığı 1050 no’lu Raporu:
Tüm dünyada, bu güne kadar fizikî şiddet nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalan “izlerini kaybettiren” kadın sayısı 60 milyon civarındadır. Şu an dünyada her gün ortalama bir milyon kadın fizikî şiddet nedeniyle evlerini terk ediyor.”
Bu günün dünyasında kız olarak doğmak riskli olarak doğmaktır. Her kız, şu ya da bu oranda psikolojik, ekonomik, sosyal nedenlerle fizikî şiddet tehdidi altındadır. Kızlara ve kadınlara karşı takınılan bu şiddet tavrı toplumların ekonomik ve sosyal gelişimlerini de son derece olumsuz olarak etkilemektedir.
Kanada’da Kadın Hakları Bakanlığının 1993 Yılında ABD ve Kanada’da Kadınlara Karşı Uygulanan Şiddet Konusunda Yaptırdığı Araştırma Sonucunda Yayınladığı Rapordan bir Bölüm:
- 16 yaşından büyük kızların ve kadınların % 51’i şiddet olayı ile karşı karşıya kalmaktadır.
- Fizikî şiddet olayları bütün toplumsal kesimlerde yaygın, ancak fakir ailelerde daha fazla yaygındır.
- Fizikî şiddete maruz kalan kadınların sadece % 14’ü polise şikâyette bulunuyor, %10 civarında ise, polis dışındaki resmî olmayan kurumlara başvuruyor.
- Cinsel taciz olaylarında bu olay oldukça düşük.
- Fizikî şiddet ve cinsel tacize maruz kalan kadınların üçte biri hayattan tamamen kopuyor ve kalan hayatını korku içinde sürdürüyor.
- Fizikî şiddete maruz kalan kadınların % 86’sı psikolojik olarak çöküyor; kendilerine olan güveni yitiriyor ve depresyona giriyor.
- Kadınlara karşı yapılan şiddet olaylarının % 40’ı çocukların gözlerinin önünde vuku buluyor.
- Aile içi şiddet ortamında büyüyen çocukların, yetişkinlik çağına geldiklerinde fizikî şiddete başvurma oranı diğer çocuklarınkinden üç kat daha fazladır.
American Journal Of Orthopsychiatry Dergisi’nin Mayıs 1997 sayısında yayımlanan ve derginin ABD’de % 15’inin düşük gelirli ailelerin oluşturduğu Massachussettes bölgesinde düşük gelirli ailelerden 436 kişi üzerinde yaptırdığı altı yıl süren araştırma sonuçlarından bir bölümü şöyledir:
- Bu ailelerde kadınların % 83’ü fizikî şiddet veya cinsel taciz olayına maruz kalmış.
- Bu ailelerin % 61’i eşlerinin veya partnerlerinin fizikî şiddetlerine maruz kalmış, bulardan onda sekizi hastanelerde tedavi görecek kadar fizikî şiddet görmüş.
- Bu ailelerin % 42’si 12 yaşına varmadan önce cinsel taciz olaylarına maruz kalmıştır.
ABD Sağlık Bakanlığı Raporlarından:
1990-1994 yılları arasında, sâdece New York’ta 1156 kadın öldürülmüş; bu kadınlardan % 49’u eşleri veya partnerleri tarafından öldürülmüş, % 29’u fizikî şiddet sonucu hayatını yitirmiştir.
1997 yılı rakamlarına göre ABD’de yılda iki milyon kadın eşleri veya partnerleri tarafından dövülmektedir. Eşleri veya partnerleri tarafından sıkça dövülen kadınların % 35-40’ı intihar etmiştir.
Bu istatistikî bilgiler 2000’in eşiğindeki modern Batı dünyasına ait kadına yönelik şiddet eylemleri hakkındadır. Şüphe yok ki, Türk dünyasında ve diğer Müslüman ülkelerde yaşanmakta olan ailede şiddet olayları, bilgi edinmek amacıyla naklettiğimiz bu raporlardakinden daha iç açıcı bir durumda olduğu söylenemez; Batı’da olduğu gibi istatistiklere tam olarak yansıtılamadığından dolayı belki de bunlardan daha kötüdür ve gittikçe artan bir hızla devam etmektedir. Bilhassa Türkiye’de “kol kırılır, yen içinde kalır” özdeyişi bahane edilerek aile içinde ört-bas edilirken bir kısmı da, feminizmin de etkisiyle TV ekranlarında, zaman zaman korkunç boyutlarıyla, korkunç bir biçimde gündeme getirilmektedir. Türkiye’deki ailelerde şiddet eylemleri hususunda internet aracılığıyla sağlıklı bir istatistikî veriye ulaşamadık; ancak çeşitli kuruluşların bu konuda araştırma yaptırdığı muhakkaktır.
Batıda olduğu gibi Türkiye’de de kadına yönelik şiddet eylemleri altında yatan faktörler arasında sosyal, kültürel ve ekonomik nedenlerden bahsedilebileceği gibi, bizce en büyük neden cehalet ve eğitimsizliktir. Özellikle Örgün ve Yaygın Eğitim kurumlarımızda yeterli derecede insanî eğitim ya da dinî eğitimin verilmeyişi; buna ilâve olarak nesilden nesle intikal ettirilen görenek ve gelenekle birlikte yanlış anlaşılan ve anlatılan dinin de bunda katkısı olduğu söylenebilir... Mesela bugün, dindar olarak bilinen pek çok Müslüman, hatası ya da işlediği bir kusuru sebebiyle hanımını döverken bunun Kur’an-ı Kerim’de emredildiğini veya Hz. Peygamberin de “yaralamamak kaydıyla...” diyerek bu konuda izin verdiğini pek tabi düşünebilir. Çünkü pek çok hadis mecmuasında kadın, bütün hakları kendisine devredilen(!) kocasının kölesi mesabesindedir; koca ise, şâyet Allah’tan başka varlıklara, mesela insana secde etmek caiz olsaydı, bir kadın için bu varlık ancak kocası olabilirdi(!) şeklinde İslam gerçeği ile hiç ilgisi bulunmayan bu gibi yanlış bilgilerin ailede kadına yönelik şiddet eylemlerini daha da artırdığı düşünülmektedir.[12]
* E.Ü. İlahiyat Fakültesi, Tefsir Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi.
[1]. Adler, Alfred, İnsan Tabiatını Tanıma, Çev.Dr. Ayda Yörükân, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., s.252.
[2]. Müellifin bize göre problemli olan cümlelerinin altını çizmeğe çalıştım. Fakat neredeyse problemsiz cümlesi yok gibi. Bu da, 2.Bakara sûresinin 228. âyetinin ona göre mealidir. Ayetin metni şudur: ولهن مثل الدى عليهن بالمعروف وللرجال درجة ... Bize göre meali şöyle olmalıdır: “Üzerlerindeki kocalarına ait haklara denk kadınların d, örfe göre kocaları üzerinde hakları vardır. Ancak erkeklerin bir derece daha fazla...”
[3]. Bu da, 2.Bakara, 222. âyetin meali olmuş oluyor. Bu ayetin metni şudur: ويسئلونك عن المحيض قل هو ادىً فاعتزلوا النساء في المحيض ولا تقربوهن حتى يطهرن... Meali: “Sana kadınların ay halinden soruyorlar. De ki, o eziyet verici haldir. O nedenle ay halindeki kadınlara temizleninceye kadar cinsel maksatla yaklaşmayınız.”
[4]. Musa Carullah, Hatun, Çev. Mehmet Görmez, Ankara, 1999, s.51-53.
[5]. Nahl, 16/58-59.
[6]. Tekvîr, 81/8.
[7]. Bkz. Annemarie Schimmel, Ruhum Bir Kadındır, Çev. Ömer Enis Akbulut, İstanbul, 1999, s. 59-73.
[8]. Bu hususta Taberî’den şu rivayeti aktarabiliriz: “Allah, Ademe şöyle seslendi: Ben sana yasakladığım halde o ağaçtan niçin yedin? Adem, ya Rabbi, bunu bana Havva yedirdi, dedi. Allah: Ey Havva, sen Ademe bu meyveden neden yedirdin? Havva: Ya Rabbî, bunu bana yılan emretti, dedi. Allah yılana, Havva’ya bunu neden emrettin? Dedi. Yılan, bunu bana İblis emretti, dedi. Allah, o mel’undur ve kovulmuştur; ey Havva, ağacı kanattığın gibi her ay sen de kan sarf edeceksin; ey yılan, senin de ayakların yok olacak yüz üstü sürüneceksin, her gören insan başını koparmak için sana saldıracak. Hadi! Hepiniz, birbirinize düşman olarak cennetten çıkın, dedi” ve onları oradan kovdu.(Taberî, Ebu Câfer Muhammed b. Cerir, Camiu’l-Beyân fî Tefsiri’l-Kur’an, Beyrut, 1978,VIII/107.)
[9]. Cennet yer yüzünde bir bahçedir. Allah Teala Adem ile Havva’yı, dünya hayatını ve yaşama şartlarını tanıyıncaya kadar yaşamak için şart olan her şeyi hazır bulacakları, bâkir olan yer yüzünün bahçelerinden mükemmel bir bahçede bir süre barındırdı. Sonra da hataları sebebiyle onları, oradan çıkardı. Böylece insanın, yaşamak için erzak tedariki faaliyetleri başlamış oldu.
Kanaatimizce, Adem ile eşinin konuldukları cennet, mü’minlerin öldükten sonra girecekleri cennet olamaz. Çünkü bu iki cennet, Kur’an’da anlatılan özellikleri bakımından birbirine hiç benzememektedir. Mesela ahretteki cennete ancak öldükten sonra, şehitler ve peygamberler hemen(Bakara, 2/169; Al-i Imran, 3/154; Yasîn, 36/20-27); diğerleri isi kıyametten sonra girecekler. Oraya giren, artık çıkmayacaktır. (Hicr, 15/48) Oraya şeytanın /iblis girmesi mümkün değildir. Orada şeytanın insana düşmanlığı ve aldatması diye bir şey yoktur; Ahretteki cennette lutfedilen nimetlerde sınır yoktur. Kişi neyi isterse, o şey, o anda onun için hazırdır.(Yasîn, 36/57;Tur, 52/22) Ahretteki cennette arzuların mahrumiyetle engellenmesi de yoktur. Ahretteki cennette kişi, zaten ölümsüz ve ebedidir. Bu yüzden orada ölümsüzlük arzusu olamaz. Ahretteki cennette ne güneşin hararetinden korunmak için gölgeye ihtiyaç var, ne de soğuktan dolayı üşümek.(İnsan, 76/13) Ahretteki cennette insanın kendisini çıplak hissetmesi ve bundan dolayı örtünme çabası; susuzluk çekmesi olmaz.(Tâhâ, 20/118-119) Ahretteki cennette sorumluluk olmadığı için insanın kendi kendine zulmü de olmaz. Ahretteki cennette günah olmadığı için tövbe de yoktur. Ahretteki cennete giren, oradan bir daha çıkmaz...(Ayrıca bkz. Rahman, 55/46-78.)
Oysa ki Adem ile eşinin konuldukları cennete ölümü tatmadan girdirilmişler; orada onlar için, istedikleri şeylerden bolca yemeleri serbestti, yalnız tek bir ağaca yaklaşmamaları istenmişi. Yerseniz zalimlerden olursunuz denilmiştir; Onlara, cennette kaldığınız sürece ne susuzluk ne de çıplaklık hissedeceksiniz; ne güneşin etkisiyle müteessir olacaksınız ne de üşüyeceksiniz, denilmiştir; Adem ile eşinde ölümsüzlük ve ebedi yaşama arzusu belirmiştir; İblis yanlarına sokulmuş, onları kendine inandırarak yasak meyveden yedirmiştir; Allah’a isyan etmişler; cennetten kovulmuşlar; zalim olmuşlar... (Bkz.A’raf, 1/18-25; Tâhâ, 20/114-121; Tûr, 52/22-23
Kur’an’dan derlediğimiz bu özelliklerle bu iki cennet karşılaştırıldığı zaman bunların aynı mekândan söz ediyor olmaları mümkün görülememektedir.
Denilmiştir ki: “Dedik ki, hepiniz birden inin oradan!”(Bakara, 2/38) Bu ayetteki ‘ihbıt’ fiili, ‘hübût’ kökündendir. O da yukarıdan aşağıya inmek anlamındadır. Bu ifade ile Allah onları, cennetten yer yüzüne veya semada bulunan cennetten aşağıya indirdi...
Halbuki bu fiil, yukarıdan aşağıya inmek, yukarıdan düşmek manasına geldiği gibi, bir yerden başka bir yere gitmek anlamına da gelir ve Kur’an’da kullanılmıştır. Mesela, İsrail oğulları hep tek çeşit gıda ile beslemekten bıktıklarını ve canlarının soğan, sarımsak, salatalık, mercimek... istediğini söylediklerinde Allah Teala onlara şöyle emretti: “Öyleyse Mısır’a gidin /ihbıtû. Orada sizin için istediğiniz yiyecekler vardır.”(Bakara, 2/61) Bu ayetteki “Mısır’a gidin” cümlesini mısıra düşün şeklinde çeviremeyeceğimize göre... O halde kelimenin bir tek manasına takılarak, diğer manalarını göz ardı etmek; bilhassa aynı kelime farklı manalarla Kur’an’da kullanılmışsa, hiç doğru olmaz!...
Kaldı ki, bu fiil ‘yukarıdan aşağıya inmek, indirilmek ve düşürülmek’ manasında kullanılmış olsa bile, makamından alınanlar için de aynı tabir kullanılıyor, ama fizikî manada bir düşmekten ya da düşürülmekten bahsedilmiş olmuyor!...
Ayrıca Adem (a.s.) arzdan, yer yüzü toprağından yaratıldığı, yine oraya döndürüleceği ve tekrar oradan diriltileceğine dair pek çok ayet de bu gerçeğin ayrı bir kanıtıdır.(Bkz. Tâhâ, 20/55; Hac, 22/5)
[10]. Bkz. A’raf, 20-22.
[11]. Ayrıca bir takım spekülasyonlara sebep olan “bir erkeğin şahâdetinin iki kadının şahâdetine denk sayılması da o kadar büyütülecek bir şey değildir. Çünkü hakkında ileri-geri konuşulan bu husus, Kur’an’da, sâdece bir konuda mevzubahistir. Diğer şahitliklerde ise, böyle bir şart yoktur.
Kadının mirastan, erkeğe göre az pay alması ise, tamamen bir sistem gereğidir. İslâmî sistem, kendi bütünlüğü içerisinde anlaşılmaya çalışılacak olursa bunun, eşitliğin değil ama, sistemin bütünlüğünün talebi olarak adaletin gereği olduğu anlaşılacaktır.
Bedihîdir ki, hukuk ile paylaşım hakkı aynı şeyler değildir. İnsanlar hukuk açısından eşittirler. Fakat paylaşım hususunda ehliyet, liyakat ve adalet gözetilmelidir, eşitlik değil. Kaldı ki bu husustaki eşitlik düşüncesinin adaletsizliğe yol açmayacağı söylenemez.
Musa Carullah der ki, “Ku’an-ı Kerim’in, “Allah size, çocuklarınıza miras verilirken, erkeğe iki kızın payının verilmesini emreder...” (Nisa, 4/11) âyet-i kerimesi bu hususta gayet açık nasstır.”
“Hukuk insanların ehliyetlerine göre olur; ama paylaşım, ihtiyaçlarına göre olur. Farklı vazifelere göre ihtiyaçlar da farklılık arz ederse mirastan alınacak payların da farklı olması zorunlu olur. Farklı ihtiyaçlara rağmen eşit pay alınırsa bu, adalet olmaz, belki büyük bir zulüm olur.” (Bkz. Hatun, çev. Mehmet Görmez, Ankara, 1999, s. 97)
[12] Bu hadislerin, mutlaka senet ve metin tenkidi yapılmalı; Hz. Peygamber’in böyle bir şey söyleyip, söylemediği açıklığa kavuşturulmalıdır.