İSTİKAMET
“İstikamet sahibi olma”, “istikametten sapmama”, “istikametini şaşırmış adam”, “Allah istikametten ayırmasın” gibi sözler dilimizde yer etmiş anlamlı ve son derece önemli deyimler ve temennilerdir.
Bu ve benzeri sözlerle hep itikatta, ahlakta ve harekât tarzında doğru olma, sahip olduğu çizgiyi koruma… Her şart ve ortamda inancından, ahlakından ve düşünce tarzından asla taviz vermeme gibi manalar kast edilir.
İstikamet dinî, ahlakî ve tasavvufî bir terimdir. “Kıyam” kökünden olup doğruluk, doğru hareket ve Allah’a kullukta belli bir çizgi üzere müdavemet etmek demektir. “Yoldaki düzgün bir çizgi üzerinde sapmadan yürümek” sözüne teşbihle Hak ehlinin takip ettiği yol, “Sırat-ı Müstakim” üzere olması ve ondan hiç ayrılmaması anlamında kullanılmaktadır. (Rağıb, Müfredat, ‘KVM’ mad.)
Dinde istikamet, Allah’ın uluhiyetini ve rububiyetini itiraf edip birliğini kalben tasdik ettikten sonra O’na verilen sözü /ahd-i ezelî’yi takati ölçüsünce korumaya çalışmak, Resulüllah’ı kendisine “numune-i imtisal” edinip onun sünnetinden şaşmamak, farzları, vacipleri asla terk etmemek, yüce Mevla’nın belirlediği helal ve haram sınırlarını azami derecede korumak ve tecavüz edebilirim korkusuyla şüpheli şeylerden bile uzak durmaktır. Bu çizgiyi sürekli olarak ve ihlasla muhafaza etmek, her şart ve durumdan inançtan ve Allah’a kulluktan asla taviz vermemek, de dinde istikamet sahibi olmak anlamına gelir.
Dinde istikametin açılımı, Fatiha suresi ve onun mana kapsamında gayet açık olarak görülebilmektedir. Çünkü üç esası ihtiva eden bu veciz surede “Her türlü övgü ve şükür kendisine özgü olup âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahim ve Din Gününün sahibi olan Allah inancı”, “Yalnız âlemlerin Rabbine kulluk edip sadece O’ndan yardım talep etme bilinci” ve Sırat-ı Müstakim’de; Allah’ın gazabına uğramış olan Yahudilerin ve Hakk’tan sapan Hıristiyanların değil, kendilerine özel nimet verilmiş olan “Nebiler, Sıddikler, Şehitler ve Salihler”in yolu olan (Bkz. Nisa, 4/69); Sırat-ı Müstakimde muvaffakiyet talebi” bulunmaktadır...
Bu inanç, bu bilinç ve bu talep ile kul, Rabbimiz Hak Sübhanehü ve Tealâ’nın dünyada ve ahrette rububiyetini itiraf ve vahdaniyetini tasdik ettikten sonra “Elestü bi rabbiküm kaluu bela…” (Bkz. A’raf, 7/172, 173) ile verilmiş olan ahdi vurgulu bir biçimde yinelemekte ve bu iman ve çizgide kararlılığını sürdürebilmesi için Rahman’dan istikamet talebinde bulunmaktadır. Hem de her gün kıldığı kırk rekât namazda kırk defa… Bu da dinde istikametin ne olduğunu ve nasıl gerçekleşebileceğini açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
Yüce Allah, şu ayetleriyle bu durumda olan müminleri tebrikler, müjdeler ve cennetin akla hayale sığmaz nimet ve güzellikleriyle muştulamaktadır:
“Rabb’imiz Allah’tır” deyip sonra da dosdoğru olanların üzerlerine melekler iner ve: “Sakın ha korkmayın ve üzülmeyin! Size vaat edilen cennetlerle sevinin. Biz, sizin dünya hayatında da ahirette de dostunuzuz. Orada canınızın çektiği ve arzu edeceğiniz her şey anında hazırdır. Hem de çok bağışlayan çok merhamet eden Allah katından size bir ikram olarak.” derler. (Fussilet, 41/30-32)
Belki de bu yüzden Resulüllah (s.a.v.), Ya Resulallah, sonuçta beni cennete götürecek tek bir şey söyle. Ben yalnız onu yapıp oraya gitmek istiyorum. Başkasına aklım ermez, diyen bir bedeviye: “Kul amentü billah sümmestekim /Ben Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!” demiştir…
İstikametin ahlak ile de ilişkisi vardır. Çünkü iman ahlakı, ahlak da hüsn-i muaşereti gerektirir. İtikatta istikamet üzere olabilmek için ahlakî olgunluğa erişmek şarttır. Dünyevî tecrübeler göstermiştir ki, “Ölüm/yakin gelinceye kadar” (Hıcr, 15/99) dinde ve ahlaktaki istikameti koruyabilmek hiç de kolay değildir. Bunu başaranlar, ancak nefislerini aşırılıklardan/ ifrat ve tefritten arındırıp yücelten kimselerdir. Mesela itikatta, ahlakta ve düşüncede kırılıp bükülmeden dosdoğru yürüyebilmek için Kur’an’a dayalı bir Allah bilgisi ve kulluk bilinci esastır. Ancak Marifetullah ve haşyetullah sahibi olup nefsini terbiye yoluyla aşırılıklardan arındıran kimseler bunu gerçekleştirebilmişlerdir. Mümin, nefsi güçlerinden aklî kuvvede hikmet, şehevî kuvvede iffet, gadabî kuvvede şecaat çizgisine erdiği zaman ahlakta orta yolu bulmuş olur ve hak ettiği adalet vasfıyla “Sırat-ı Müstakim”de yürür. Nitekim “Böylece biz sizi, Resul isze şahit/örnek siz de insanlara şahit/örnek olasınız diye adalet vasfına sahip/vesat bir ümmet yaptık…” (Bakara, 2/143) ayeti Sahabe-i Kiram’ın nefislerini, Allah’ın ve Resulülü’nün birlikte verdikleri eğitim öğretim yoluyla hikmet, iffet ve şecaat çizgisine getirerek iki reziletin tam da orta yerinde bulunan adalet /udul vasfına eriştiklerini haber vermektedir.
“Sırat-ı Müstakim” muvaffak olabilmek için doğru yolda sebat ve kararlılık şarttır. Mümin dinî, ahlakî eğitim yoluyla hikmet, iffet ve şecaat çizgisine getirdiği nefsini, adalet vasfında karar kılıncaya kadar bu çizgide tutmalı; her bakımdan adaleti yerleşik huy, insanı yücelten ahlak haline getirmelidir… Zira kişi istikameti bulduktan sonra doğru yolda istikralı hale gelmedikçe de muvaffakiyete ermiş sayılamaz. O nedenle “Sırat-ı Müstakim”de adalet vasfı üzere kararlı ve istikrarlı bir yürüyüş için sürekli olarak Cenab-ı Allah’tan muvaffakiyet talep etmek; bunun için de “İhdinessıratal müstakim /Bizi Sırat-ı Mütakim’de muvaffak kıl” duasını dilinden düşürmemelidir.
Çünkü Sırat-ı Mütakim üzere yürürken çizgiden asla sapmamak, hatta yalpalamamak, Allah’dan başka hiç kimsenin önünde eğilip bükülmemek… esastır. Bu yüzden yüce Allah Resulüne: “Sen ve seninle birlikte Allah’a yönelenler, emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun ve haddi aşmayın! Zira O, sizin yaptıklarınızı da görmektedir...” (Hud, 11/112) dedikten sonra onlara, “Sakın ha, zalimlere meyledip dalkavukluk etmeyin! Yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka hiçbir dostunuz yoktur; sonra hiçbir yardım göremezsiniz!” (Hud, 11/113) uyarısını da yapmıştır.
Ayette geçen rükn kelimesi dayanak, sütun; eğilmek, meyletmek, yağcılık, dalkavukluk, zulmüne rağmen şahsa güler yüz gösterme, içten olmasa bile riyakârlıkla saygı tezahüründe bulunmak, zalimin önünde eğilmek gibi manalara gelmektedir. Buna göre Resulüllah’a ve müminlere emredilen şudur: Can korkusuyla da olsa, hiçbir zalimin önünde eğilmeyin; görünüşte de olsa, asla zalime saygı göstermeyin, yağcılık/müdâhane ve dalkavukluk etmeyin; hatta devrilirken bile zalime yaslanmayın. (Krş. Furkan, 25/63, 72) Yani şairin dediği gibi:
“Geçme namerd köprüsünden ko aparsın su seni,
Yatma tilki gölgesinde ko yesin aslan seni.”
Çünkü istikamet sahibi mümine emredilen, zalime iltifat değil, tam aksine zulmünü eliyle engellemektir. Hiç olmazsa dili ile zalime zulmünü hatırlatıp ona karşı durması gerekir. Buna da gücü yetmiyorsa, kalbiyle ona buğuz etmelidir. (Bkz. Müslim, İman, 78) Bunlardan hiç birini yapmayıp da zalimi alkışlamak ve hak etmediği hâlde ona yönelmek, saygı göstermek Allah’ın asla razı olmayacağı bir sapmadır! İstikametten ayrılmadır… Ayette korku veya fayda saikiyle istikametten şaşan mümin için bir de önemli uyarı vardır! Korkak kişi, davranışıyla belki kendisini zalimden geçici bir süre korumuş veya gücünden yararlanmış olabilir, ama sergilediği dalkavukluğu ve yağcılığı sebebiyle Allah’ın ateşine karşı kendisini asla koruyamayacağı gibi kendisine yardım edecek kimsesi de olmayacaktır! Çünkü zulme rıza zulümdür. Yüce Mevla ise, asla zalimin önünde eğileni desteklemez… Belki de bu yüzden Mehmet Akif Merhum zalimler karşısındaki kişilikli duruşunu, istikametteki çizgisini şu beyitiyle ifade etmiştir:
“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem.
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.”
Allah’ın Elçisine ve inananlara tavsiye ettiği doğruluk, anlaşılıyor ki, “Dosdoğru Yol”dan kıl kadar da olsa sapmamak; zalimlerin dünya kadar da olsa tekliflerine kanmamak, ucunda ölüm dahi olsa tehditlerine aldırış etmemek, küfürde ısrarlarını nefretle izlemektir! Çünkü Sırat-ı Müstakim üzere olanlar inkar edenler değil, ancak Peygamber ve ona tabi olanlardır... Nitekim şu ayet de bunu söylemektedir:
“… Bu yüzden onları (Ehl-i Kitabı /Yahudi ve Hıristiyanları)Kitab’a davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Onların arzularına da uyma! De ki: “Ben, Allah’ın indirdiği kitaba iman ettim. Aranızda hüküm verirken bana adil olmam emredildi. Bizim de Rabb’imiz sizin de Rabb’iniz Allah’tır… Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz de sizedir. Bizimle sizin aranızda tartışma bitmiştir artık! Allah hepimizi bir araya toplayacaktır; nihaî varış da O’nadır...” (Şûrâ, 42/15)
Yüce Allah’ın, artık akıbeti belli olmuş, fakat istidrac maksadıyla işi tıkırında(!) giden zalimler hariç, istikametten şaşmış olan, dolayısıyla kıtlık, yokluk, darlık ve bin bir türlü eza cefa içerisinde debelenen sapkınlara; hastalıktan, sıkıntıdan ve beladan başı kurtulmayan Müslümanlara, öncekileri örnek göstererek nihaî uyarısı şudur:
“Şayet onlar, doğru yolda dosdoğru yürüselerdi, Biz elbette onlara bol yağmur indirir ve onları (darlıkla değil) bollukla imtihan ederdik. Kim Rabb’inin zikrinden yüz çevirirse, O da onu, gittikçe artan çetin bir azaba sardırır!” (Cin, 72/16, 17)
Şu ayet de korku ve menfaat duygusu ile istikametten ayrılanlarla istikametten şaşmayanlara önemli bir mesaj içermektedir:
“Eğer Allah sana bir zarar dokunduracak olursa onu, yine O’ndan başka kaldıracak hiç kimse yoktur; eğer senin için bir iyilik dilemişse, O’nun lütfunu da geri çevirecek hiçbir güç bulunmamaktadır. O’nun lütfu kullarından sadece dilediği kimselere erişir. O çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (Yunus, 10/107)
Bunun benzeri bir söz de Ehl-i Kitap için söylenmiştir: “Şayet onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rab’lerinden kendilerine indirileni uygulamış olsalardı, mutlaka üstlerinden ve ayaklarının altından rızıklandırılırlardı. Onlardan bir topluluk orta yolu takip etse de pek çoğunun yaptığı şeyler oldukça kötüdür!” (Mâide, 5/66)
İstikamet Tasavvufun da konusudur. Tasavvuf erbabına göre, istikametten maksat, “Tevhid üzere taleb-i ikamet, uhuda riayetle hıfz-ı hudut üzerine müdavemettir.” Yani inançta tevhid üzerinde kaim olmak için yüce Mevla’ya niyazda bulunmak; önce Allah’a, sonra Nübüvvet-i Muhammediyeye, sonra da tüm hak ehline verilen sözlere riayet; yiyecek, içecek, giyecek gibi tüm dünya ve ahiret işlerinde sırat-ı müstakim’den hiç sapmamak ve konulmuş olan sınırları korumaktır. “Rabbimiz Allah’dır deyip sonra da istikametten hiç şaşmayanlar…” ayeti bunu ifade etmektedir.
Tasavvufta, kalp ve dil istikamette olmadan imanın istikamette olamayacağı söylenir. Hal ve hareketleriyle istikamet sahibi olmayan bir salikin bütün gayretleri boşa gittiği gibi o uğurda sarf ettiği himmet de fayda vermez! Önce doğru, kararlı sonra da istikamet sahibi olmalıdır…
“İstikamet için üç yol vardır. İptidası takvim yani izale-i i’vicac badehu ikamet ve sükûn badehu istikamettir ki: Takvim te’dib-i nüfus, ikamet ise tezhib-i kulub cihetlerinden olup istikamet de tağrib-i esrar haysiyettendir.
Ebu Ali buyurur ki: “İstikamet sahibi ol, keramete talip olma. Zira nefsin keramet talebe meyil ve hareket eyler. Hak Taalâ ise seni istikametle mütalebe eder.” İstikamette büyüklerden başkaları muktedir olamaz. Zira istikamet insanlar arasında mahut ve maruf olan umur ve adâttan huruç ve rüsum-ı muamelattan iftirak ile yedullah beyninde kadem-i sıdk üzere kıyamdır. Kerametin idamesini muciptir. “Ve en lev istekamû alattarikati le eskaynakum maen ğadeka…” yani “Şayet onlar, doğru yolda dosdoğru yürüselerdi, Biz elbette onlara bol yağmur indirir ve onları (darlıkla değil) bollukla imtihan ederdik….” (Cin, 72/16) nazm-ı Celilindeki sekayna yerinde eskayna buyurulması devame işarettir. “Mai ğadek” bol sudur… İstikametteki sin talep için olup muradı tevhid üzere taleb-i ikamet ve uhuda riayetle hıfz-ı hudut üzerine müdavemettir.
İstikamette gerekir reviş-i sıdk u sebat
Kademin merkeze koy devr ide perkârın ucu… Esad Muhlis Paşa (Bkz. Abdulhakim, er-Riyazu’s-Sufiyye, Birinci cüz, s.32. Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarh, Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, M.E.B. İstanbul, 1983, II/99, 100’den naklen)
“Tevhid üzere taleb-i ikamet” istikametin özünü teşkil etmektedir. Ondan sonra Sırat-ı Müstakime mülazemet, sonra da Hak Taalâ’dan muvaffakiyet için niyazda bulunmak… İtikat, ahlak ve düşüncedeki istikametin özü de bu olmalıdır.
Kanaatimizce, Kur’an açısından bakıldığında, insanlık tarihi boyunca, “Sırat-ı Müstakim”de muvaffak olmuş binlerce, belki milyonlarca mümin vardır. Ahiretteki tasnife göre, “Sabikûn” ile “Eshabu’l-Meymene” buna işarettir. (Bkz. Vakı’a, 56/8 vd.) Fakat henüz yaşarken Sırat-ı Müstakim’deki muvaffakiyeti kendisine tebliğ edilmiş ve kendisinden yükümlülük ve sorumluluk tamamen kaldırılmış, sadece iki seçkin insandan söz edilmektedir. Bunlardan biri, Yüce Mevla’nın görünen ve görünmeyen tüm güç ve kuvvetleri hizmetine sunduğu, lütfedip hiçbir insana yaraşmayacak derecede nimet verdiği salih kul, güzel insan Süleyman (Aleyhisselam), diğeri ise Allah’ın Habibi, Edibi ve En Son Nebisi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’dır.
Mesela Kur’an’da Süleyman (Aleyhisselam) hakkında denilmiştir ki:
“ Biz, Davud’a Süleyman’ı bahşettik. O ne güzel bir kul idi! Özünü içtenlikle Allah’a vermişti. Akşama doğru cins atları yaylımdan dönüp kendisine arz edildiğinde ‘Muhakkak ki ben, Rabb’imi hatırlatmalarından dolayı malı çok sevdim’ derdi.” (Saffat, 38/30-32)
Süleyman: “Rabb’im,” dedi, “beni bağışla ve bana, benden sonra hiç kimsenin erişemeyeceği bir mülk bahşet. Kuşkusuz Sen çok lütufkârsın…” Biz de Rüzgârı onun emrine verdik; emriyle, istediği her yere tatlı tatlı eserdi… Cinlerin, Allah’a karşı gelmekten sakınmayan kesiminden bütün bina ustalarını, dalgıçları ve diğer işçileri de onun emrine verdik. Onlardan öyleleri de vardı ki ancak zincirlerle zapt edilebiliyordu. “Bu, bizim sana lütfumuzdur,” dedik, “ondan istersen başkalarına da ver istersen verme; sen artık hesaba çekilmeyeceksin.” Kuşkusuz, Süleyman’ın katımızda, Bize en yakın bir konumu ve varacağı en güzel bir yeri vardır. (Saffat, 38/35-40)
“Artık sen, maldan hesaba çekilecek değilsin!.. muştusu, büyük bir felah, muazzam bir zaferdur. Henüz dünya hayatında iken maksuda erişmenin ifadesidir… Şehitmer ve peygamberlerin haricindeki diğer müminlerin, ancak ahrette Cenab-ı Hakk’ın tezkiyesine mazhar olduktan sonra erişebilecekleri büyük bir mazhariyettir... O zamana kadar hiç kimse ne imanına ne de ameline güvenmelidir. Hatta – Allah korusun! – yanlış bir adımla her şeyi kaybetme korkusu devam etmektedir… Süleyman (a.s.) başka… Bu ne büyük bir mazhariyet; bu ne büyük felah, ne büyük bir lütuf ya Rab!…
Bu durum, hem yüce Allah’ın, akla hayale sığmayacak ölçüde cömert, lütufkâr ve yüce bir Rab olduğunu hem de malıyla şımarmayan ve servetten başı dönmeyen (Krş. Kasas, 28/77; Alak, 96/6); aksine yüce Rabb’inin lütfu karşısında kulluk bilincini daima üst düzeyde koruyabilen emsalsiz derecede zengin bir kulun imtihan ortamındaki başarısını göstermektedir. Yüce Allah, belki de insanlık tarihinde hiç kimseye vermediği kadar malı, serveti, görünen ve görülmeyen güç ve imkânları sadece Süleyman’a (as.) bahşetmiştir. O ise, bir beşer imkânıyla bu malın şükrünü dolu dolu eda etmekle yetinmemiş: “Yâ Rabbî! Şahsıma ve ebeveynime lütfettiklerine şükredebilmem için bana daha fazla şükür imkânı ver” (Neml, 27/19) diye dua etmiştir… Her insan, dünya hayatındaki malı ve servetinden ötürü hesaba çekilecekken, Süleyman (as), belki de bu konuda istisna tutulmuş ve o güne kadar “Artık mal ve servetini istediğin gibi kullanabilirsin. Çünkü sen bunlardan sorgulanmayacaksın.” denilmiş tek insandır. (Bkz. İbn Kesîr, Tefsir, VII/64)
Süleyman (a.s.)’a söylenen bu sözün benzeri bir söz de Peygamber Efendimize söylenmiştir:
“ (Ey Muhammed!) Muhakkak ki Biz sana apaçık bir fetih kapısı açtık! Bu, senin geçmiş ve gelecekteki tüm günahlarını Allah’ın bağışlaması, sana lütfedeceği nimetini tamamlaması, seni dosdoğru yola iletmesi ve karşı durulmaz bir yardım ile Allah’ın sana zafer bahşetmesi içindir.” (Fetih, 48/1-3)
Resulüllah (s.a.v.) de hayatta iken Sırat-ı Müstakmim’de muvaffak kılınmış ve Din Günü beklenmeden muvaffakiyeti kendisine açıkça tebliğ edilmiş ikinci insandır…
Sonuç olarak deriz ki, Allah’a kullukta imtihan olunup ahiretteki gerçek hayatı kazanabilmek için getirilmiş olduğumuz şu hayatta itikat, ahlak ve düşüncede istikamet üzere yaşamaktan başka çaremiz yoktur. Sırat-ı müstakim üzere dosdoğru yaşayabilmek de ancak Hak Teala’ya kullukta belli bir çizgi üzere müdavemet etmek; asla hiç kimsenin önünde eğilip bükülmemekle mümkündür. Zaten Allah’a karşı istikamet sahibi olan, diğer insanlara, hatta tüm yaratılmışlara karşı da doğrudur, dürüsttür. Onun özü ve sözü sürekli olarak birdir. Ahdinde sadık, sosyal ilişkilerinde adalet ve hüsn-i muaşeret sahibidir.
Fakat dikkat etmek lazımdır! İstikamet, biraz da insanlarla fazla haşir neşir olmamayı, halk arasında adet olan bir takım iş ve malayaniden uzak durmayı, eğlence v.b. vakti boşa geçiren ve kıyam ehline yakışmayan işlerden tamamen sıyrılıp uzaklaşmayı da gerektirir.
Yüce Mevlamızdan temennimiz, Sırat-ı Müstakim üzere yaşama arzu, gayret ve mesaimizin heder olmaması, bu uğurda sarf ettiğimiz himmetin inayet-i ilahi ile sonuçlanması, ahirette beratını sağ elinden alanlar arasına bizleri de katmasıdır…