Neden Yeni Bir Tefsir
Tefsirin Özellikleri
Okuyucu Yorumları
Beyanu’l Hak
Kur'an'ın Nuzul Sırasına Göre Güncel Tefsiri
Yüce Allah’ın lütfu, ihsanı ve inayetiyle tefsir çalışmamı tamamlamış bulunuyorum. Bu, Rabb’imin bana büyük bir lütfu ve hatalarımı – ki içtenlikle niyazım ve temennim budur - bağışladığı takdirde emsalsiz bir ihsanıdır. Bu lütfu ve imkânı bana bahşeden Allah’a hamd olsun. Zaten tüm övgüler, tüm şükürler, salavâtlar, tahiyyeler ve minnetler sadece O’nadır! O her türlü övgünün üstünde hamde layık ve yüceler yücesi tek ilâhtır. Güç ve başarı da ancak O’ndan ve O’nunladır. Eğer O lütfedip inayette bulunmayacak olsaydı, ben böyle bir işin yanına bile yaklaşamazdım. Bir insanın, - ne kadar bilgili olursa olsun - Allah ile kulları arasında tercüman olma görevi, ancak meleklere ve peygamberler gibi insanların en seçkinlerine bahşedilmiş ilâhî bir lütuftur. Fakat, yükümlülük ve sorumluluk taşıyan bir kul olarak “Zikr’i insanlara beyan etme”[1] görevim, ister istemez, beni de bu yükümlülük altına sokmuş oldu. Elbette ben, bir gün Rabb’imin huzuruna döndürüleceğimi iyi bilmekteyim; çalışmam boyunca da bu bilinci asla terk etmedim. Hayatta olduğum sürece temennim, Süleyman’ın (as.) şu duasıdır:
“Rabb’im! Bana ve anneme, babama bahşettiğin nimetlere şükretmem ve Senin razı olacağın salih işler yapmam için bana daha fazla imkân ver, rahmetinle beni salih kullarının arasına kat.”[2]
“Muazzam Ahlâk”ı, “Âlemlere Rahmet” vasfı ve “Üsve-i Hasene” kişiliğiyle seçilmiş insanların en seçkini olan ve Allah tarafından, Ehl-i Kitap Yahudiler ve Hristiyanlar da dahil, dinli dinsiz, tebliğin ulaştığı tüm insanlara “…bir şahit, bir müjdeci, bir uyarıcı, izniyle Allah’a bir davetçi, aydınlatıcı bir ışık olarak gönderilen…”[3] ve Allah’ın insanlık âlemine büyük bir lütfu olan sevgililer sevgilisi Hz. Muhammed Mustafa’ya ve onun âl-ü ashabına ve onlara tabi olanlara salât ve selamlar olsun! Ona yalnız ben ya da insanlık âlemi değil, tüm âlemler şükran ve minnet borçludur. Zira eğer onun, on üç yıl boyunca Mekke’de Kureyş’in, on yıl boyunca da Medine’de Yahudilerin ve münafıkların düşünmeksizin yalanlamalarına, adice iftiralarına, korkunç tehditlerine, ağır hakaretlerine, yaralamalarına, hatta birçok defa öldürme teşebbüslerine rağmen, İslâm’ı tebliğ kararlılığı olmasaydı, “Amca! Onlar sağ elime Güneş’i sol elime de Ay’ı koysalar, ben yine de bu davamdan vazgeçmem…” diyen tavrı olmasaydı, Allah’ın dilemesi hariç, asla bir İslâm dünyası var olamayacağı gibi, insanlık âlemi de hiçbir zaman Orta Çağ’ın o karanlık zihniyetinden kurtulamazdı. İslâm’la insanlık şuuruna erişen hiçbir mümin İslâm dini ile müşerref olamazdı. Allah’a kulluk ve özgürlük bilinciyle yücelme imkânı bulamayan insanoğlu, ömrü boyunca kendine ve kendinden aşağı varlıklara kulluk etme zilletine mahkûm olurdu. Cenab-ı Hakk’a kul olmayan, Allah’a kullukla yücelmenin keyfini yaşayamazdı. Allah’tan başkasına kul olmama zevkine eremeyen insanoğlu, hürriyet de tadamazdı... Hasıl-ı kelâm, âlemlere rahmet ve insanlığa örnek vasıflarıyla Hz. Muhammed, Allah’ın insanlık âlemine en büyük iyiliğidir.
Kur’an-ı Kerim, Arz’ın güncel ihtiyaçlarına cevap olmak üzere Arş’tan indirilmiş Allah kelâmıdır. Yüce Mevlâ’mız onu, en son elçisi Hz. Muhammed’e, Cebrail vasıtasıyla, yaklaşık yirmi üç yılda, pasajlar hâlinde, ayet ayet okunarak ve “Hak olarak (aslî hüviyetiyle) indirmiş, o da hak olarak (asli hüviyetini koruyarak) inmiştir.”[4] “Arapça bir kur’an (okunan bir metin) olarak” indirildiği[5] için Kur’an, Arapça olan dili, lafzı, emsalsiz nazmı, manası ve beyanı ile “Kelâmullah”tır.[6] Elmalılı’nın da dediği gibi, “Kıraat/tilâvet olunan onun manası değil, manasını en beliğ surette ifade eden nazmıdır.” Arapça ise, Kelâmullah’ın manasına göre nazmının mu’ciz bir şekilde telif edildiği lafzını teşkil etmektedir. O nedenle Kur’an-ı Kerim, beyanı da dahil mana, nazım, Arapça ve lafız ile birlikte insanlar için inzal edilmiş ilahî bir kitaptır. Bu dört unsurdan birinin olmadığı söz, ilahî vasfını koruyamadığı için “Kur’an” olamaz! Çünkü onun ilahîlik vasfı diğer dört unsurun hepsine nüfuz etmiş temel bir niteliktir. Mesela; her ikisi de hikmet’i içermesine rağmen, “Hadis” ile “Kur’an” arasındaki en belirgin fark, bizce buradadır. Onun yazıya geçirilmesi ve kitaplaşması da yine biri olmadan diğerinin olması imkânsız; öncekilerin tabiriyle birbirinin lazım-ı gayr-ı müfarıkı olan nazım ve mana ilişkisinin bir sonucudur. Elbette Allah’ın ezelî kelamının manası herhangi bir lafza ve yazıya tahsis edilemez. Zaten Allah’ın, her peygambere kendi kavminin dili ile vahiy göndermiş[7] olması da bunun delilidir. Ancak ezelî ve gayr-ı mahlûk vasfı ile tanzim edilmiş olan lafzı manasının, manası da lafzının aynası durumunda olan Nazm-ı Celil, indirilen lafızdan başka bir lisan ile tam olarak ne ifade edilebilir ne de başka bir dile tercümesi yapılır. Kur’an’ın, ancak tafsılî/tefsirî açıklaması mümkün ve caizdir.[8] İşte bu yüzden, insanlar ve cinler bir araya gelseler bile Kur’an’ın bir mislini, hatta bir pasajının mislini dahi vücuda getiremezler. Çünkü Kur’an, mûciz ve mu’ciz vasıflarına sahip ilahî bir kelâmdır.
Bu ilahî nitelikleri sebebiyle Kur’an’ı bir başka dilde tam manasıyla ifade etmek mümkün olmadığı gibi, “Bir sözün manasını diğer bir lisanda dengi bir tabir ile aynen ifade etmek” anlamına gelen tercümesi de işin tabiatı icabı mümkün değildir. Binaenaleyh, Kur’an ya da herhangi bir metin, başka bir dile harfî/literal olarak tercüme edilemez. Kur’an’ın manası, Türkçe ya da başka bir dile ancak ayetleri yeterince açıklanarak ve tafsil edilerek aktarılabilir. Zira “Eğer Biz onu yabancı dilde bir Kur’an yapsaydık: ‘Hiç olmazsa ayetleri genişçe açıklansaydı ya! Bir Arab’a yabancı dilde bir Kur’an indirilir mi?!’ derlerdi.”[9] ayeti bizim için böyle bir tefsir ve tafsilin imkânına ve gerekliliğine işaret ettiği kanaatindeyiz. O hâlde Kur’an-ı Kerim, Türkçeye ya da başka bir dile ancak geniş açıklamasıyla birlikte nakledilmelidir. Kur’an’ın, tafsilatlı açıklaması yapılmadan başka bir dile çevrilmesi faydadan çok zarar getireceği söylenebilir. Nitekim, her dildeki Kur’an çevirilerinin ya da meallerinin, okuyucuyu tatmin etmeyişinin, hatta yer yer fahiş denilebilecek hatalar içermesinin bizce en bariz nedeni, böyle bir yöntem sorunu olmalıdır.
Dipnotlar
[1] Nahl, 16/44.
[2] Neml, 27/19. Ayrıca bkz. Ahkaf, 46/15, 16.
[3] Ahzab, 33/45, 46.
[4] İsra, 17/105.
[5] Yusuf, 12/2.
[6] Krş. Kıyame, 75/16-19.
[7] İbrahim, 14/4.
[8] Krş. Fussilet, 41/44.
[9] Fussilet, 41/44.
BEYAN-UL HAK
Kur'an'ın Nuzul Sırasına Göre Güncel Tefsiri
1- Bu tefsirde, İmam Gazalî’nin, “Tefsirde iktisat mertebesi, Kur’an’ın üç misline baliğ olan tefsirdir; bundan daha fazlası hem ihtiyaç değildir hem de ömrü onunla geçirmeye değmez…” (Gazalî, İhya, I/40) görüşü ilke edinilmiş ve “Tefsir’de İktisat” yolu seçilmiştir.
2- Kur’an, üzerinde dura dura okunup özümsenerek anlaşılsın ve yaşansın diye[1] yaklaşık yirmi üç yılda pasajlar hâlinde,[2] bölüm bölüm indirilmiştir. Amacı, eğitim ve öğretim yoluyla insanın değerini ve kalitesini yükseltip daha sonra “Âdil bir toplum” [3] ve “İnsanlar için çıkartılmış en iyi/en medeni bir toplum” [4] şeklinde nitelendirilip örnek gösterilecek olan yeryüzünün, gerçekten bağımsız ve en medenî toplumunu vücuda getirmektir. Abdullah İbn Mes’ud, Übey b. Ka’b ve Abdullah b. Ömer gibi birden fazla sahabe demiştir ki: “Biz Kur’an’ı on ayet on ayet okurduk; her on ayeti iyice okumadan ve özümseyip yaşamadan yeni bir on ayet almazdık.”[5] Onların bu sözleri de Kur’an-ı Kerim’i, tilâvetin hakkını vererek, indiriliş amacına ve yöntemine uygun olarak okuduklarını ve özümseyerek yaşadıklarını ifade etmektedir. Biz de surelerin sıralanışında, sahabenin, - teşbihte hata olmasın - ilk mektepten, hatta ana okulundan başlayıp üniversiteden mezun oluncaya kadar kademe kademe devam eden eğitim ve öğretim sürecini göz önünde bulunduran ve onların mümin kişiliklerini ve adalet vasfıyla birlikte en medenî niteliklerini derece derece inşa edip insanlık kalitelerini yücelten indiriliş yöntemini esas aldık ve sureleri nüzul sırasına göre tefsir etmeye çalıştık. Şunu da belirtmeliyiz ki surelerin sıralanışı, Hz. Osman’ın kendisine nispet edilen mushafa göredir. Fakat Hz. Osman’ın mushafındaki 114 surenin sıralanışında, hissedilen lüzum üzerine az da olsa değişiklik yapılmış ve bazı sureler öne ya da geriye alınmıştır. Meselâ; Fatiha suresi, beşinci sırada indirilmiş olmasına rağmen hem toptan indirilen ilk sure olması hem de adından dolayı başa alınmıştır… Önce Mekke’de indirilen 91 Mekkî Sure, sonra da Medine’de indirilen 23 Medenî Sure [6] nüzul tarihi esasına göre dizilmiştir. Bu sıralama kesin olmayıp, diğer nüshalar gibi, büyük oranda tahminîdir.
3- Her surenin meal ve tefsirinden önce, o sureyi okuyucuya tanıtmak ve dikkatlerini surenin tarihî bağlam ve anlamı üzerine teksif etmek maksadıyla surenin tarihî/kültürel arka plânını, varsa şayet, özel nüzul sebebini de kapsayacak şekilde muhtevasıyla ilgili - bir ya da iki; bir-kaç surede ise, üç ve dört sayfa hâlinde - özet bilgi verilmiştir.
4- Her ayet/pasaj indirildiği zaman, zemin, şart ve durumlar çerçevesinde anlaşılmaya çalışılmış; Mekke’de indirilen pasajlara Mekke’deki, Medine’de indirilenlere de Medine’deki tarihî kültürel bağlam göz önünde bulundurularak mana verilmiştir. Zira inzal edilen her ayet/pasaj, evrensel niteliğiyle birlikte indirildiği zaman, mekân ve şartların arz ettiği ihtiyaca verilmiş ilâhî bir cevaptır...
5- Tarihsel vasfına rağmen, Kur’an insana ve onun temel ihtiyaçlarına hitap eden, aklı kullanmayı ve tefekkürü teşvik eden, güzel ahlâkı ve gelişerek değişmeyi amaç edinen; “bilimsel,” evrensel, daima çağdaş ve güncel vasıfları ile birlikte, hep hitap eden ve edilen ilişkisi içerisinde okunmuş, imkân ölçüsünce Kelamullah’ın eleştirici, etkileyici, yönlendirici, geliştirici ve değiştirici öznelliği korunarak yansıtılmaya çalışılmıştır. Okuyucu ile “Kelamullah” arasında sürekli, bütüncül ve sağlıklı bir iletişimin korunmasına dikkat edilmiştir.
6- Kur’an, Arapça’dan başka bir dile nakledilirken mutlaka ayetlerinin tahlil ve tafsil edilip açıklanma durumu nedeniyle, tefsir ve tevile ihtiyaç duyulan yerlerde ayetin söylediği ya da söylemek istediği manaya uygun açıklamalar yapılmıştır. Fakat gereksiz uzatmalar, polemiklere sebep olacak lüzumsuz tartışmalar, mesnetsiz görüşler ve sıhhati belirsiz rivayetlerden büyük ölçüde sarf-ı nazar edilerek maksadı aşan uzun bir tefsir hatasına düşülmemeye gayret gösterilmiştir. Ayetlerin dil bilim ve metin yönünden tahlili/irabı mutlaka ve azami ölçüde kusursuz ve tam olarak yapılmaya çalışılmış; fakat bu kısım, tefsire sadece mana olarak aksettirilmiştir.
7- Her ayete, numaralarına göre müstakil birer ayet olarak değil, belli bir manayı, belli bir maksadı ya da hükmü ifade eden ayetten/ayetlerden oluşturulmuş tematik paragraflar hâlinde ve Resulüllah’a (s.a.v.) bir vahiy hâlinde/celsede indirilen pasaj bütünlüğü göz önünde bulundurularak mana verilmiştir. Özellikle bu iki yöntem sebebiyle pek çok müfessirin düştüğü anlama hatasına düşmekten korunulmuş ve birçok meal ve tefsirdeki hatalar da düzeltilmiştir...
8- Her kelimenin, ancak bağlamında anlam kazandığı; ayetlerinse ya kendi bütünlükleri ya siyak ve sibak bütünlükleri ya pasaj bütünlükleri ya da tarihî arka plân ve Sünnet de dahil, Kur’an bütünlüğü içerisinde murat edilen manayı ifade ettikleri bilinmektedir. O nedenle ayetler, - tarihî bağlamları da dahil zarf-mazruf ilişkisi içerisinde - önce ayet bütünlüğü, değilse siyak sibak bütünlüğü, değilse pasaj bütünlüğü, bu da olmazsa Kur’an bütünlüğü ve dinî telâkki/sünnet de göz önünde bulundurularak anlaşılmaya çalışılmıştır. Zira pek çok ayetin, siyak ve sibakıyla birlikte tamamı görülmeden; hatta pasaj bütünlüğü, gerekirse tarihî arka plânı ve sünnet de dahil Kur’an bütünlüğü göz önüne alınmadan maksadına uygun olarak anlaşıldığı söylenemez. Yani bir ayetin, müstakil olarak veya bölünerek yahut da içinden bir kısmı göz ardı edilerek ya da metin dışı bağlamı dikkate alınmaksızın parçacı/atomize bir yaklaşımla okunması hâlinde, maksadı aşan, hatta İslâm’ın ilkelerine aykırı manaların ortaya çıkma olasılığı büyüktür![7] Maksut mananın anlaşılmasını kolaylaştırıcı bu okuyuş yöntemimiz (tematik paragraflar ve pasaj bütünlüğü) ile her kelime kendi bağlamında, her ayet siyak-sibak bütünlüğü içerisinde oluşturduğu metin ve mana bağlamında değerlendirilmiş; ayet ya da ayetlerdeki mana bilgiye; özellikle uygulanabilir bir bilgiye dönüştürülmüştür. Böylece ayetin lafzındaki kelime ya da cümleciklere, - daha önceki meal ve tefsirlerde sıkça rastlanan – metin içi ve metin dışı bağlamlarından kopuk ve maksadını aşan mana verme hatasından büyük ölçüde sakınıldığı gibi ayette söylenen ya da söylenmek istenen anlam/bilgi apaçık ortaya çıkarılmıştır… Ayrıca yapılan parantez arası ya da eğik çizgi (/) ilaveleriyle kast edilen mana daha net anlaşılır hâle getirilmeye çalışılmıştır.
9- Ayetin literal anlamından ziyade, büyük ölçüde lafzındaki manasının, ifade tarzıyla, vurgusuyla, ses ve söz uyumuyla birlikte tam ve isabetli bir biçimde Türkçeye yansıtılmasına ve açık seçikliğine özen gösterilmiştir. Ayetlerden çıkarımlar yapmak ya da ikincil, üçüncül ve daha ziyade manalar ve hükümler tespit etme işi, genelde okuyucuya bırakılmıştır.
10- Kur’an’ın tematik paragraflar ve pasaj bütünlüğü yöntemiyle okunması, Mekkî surelerde “Medenî,” Medenî surelerde “Mekkî” ayetlerin yer aldığı görüşünün isabetli olmadığı; harf ve kıraat farklılıklarının manayı etkilemediği, “Nesh”e delil gösterilen ayetlerdeki ayet ve nesh, insa, imha, tebdil gibi kavramların[8] Kur’an’daki ahkâm ayetlerini kapsamadığı, dolayısıyla Kelâmullah’ta metni veya hükmü mensuh/kaldırılmış ayetin yer almadığı; özellikle de Bakara suresinin 238., Âl-i İmran suresinin 130., Kıyame suresinin 16-19. ayetleri gibi, bulundukları yerlerde anlamsız(!) olduğu iddia edilen ayetlerin yerlerinde ne kadar anlamlı oldukları ve bir kısım ayetlerde geçen müteşâbihlerin ayette kast edilen manaların anlaşılmalarına mani değil, aksine daha açık ve net olarak kavranmalarına sebep olduğu gibi pek çok gerçeğe de ışık tutulmuştur. Bu gerçekler yeri geldikçe delilleriyle birlikte açıklanmıştır.
11- İzaha ihtiyaç duyulan ayetler ve kavramlar hakkında, Kur’an’daki konu bütünlükleri de göz önünde bulundurularak gerekli ve metne uygun açıklamalar, “Tefsir” başlığı altında, izahı gereken kelime ve kavramın sonunda daire içinde verilen numaralarla mealden hemen sonra izah edilmiştir. Bazen de açıklamalar “Bkz.” şeklindeki atıflar ile dipnota havale edilmiştir. İlmî, dinî, hukukî, siyasî, sosyal, ahlakî, âdab vb. ile ilgili konulara dil, Kur’an, Hadis, Sahabe ve tahkik ehli müfessirler ve ilim adamlarının görüşleriyle açıklamalar getirilmiştir. Açıklamalar, çoğunlukla konunun ilk geçtiği veya ağırlıklı olarak anlatıldığı surede yapılmıştır. Böylece hem itikat, ibadet ahlâk, hukuk ve sosyal ilişkileri kapsayan konularıyla “İlmihâl” bilgileri hem “usul” ile birlikte “Kur’an İlimleri” bilgisi hem de “Kavram” bilgileri verilmiştir.
12- Ayetler, tekrar tekrar okunarak, dil imkânları ölçüsünce, metne en uygun Türkçe karşılık bulunup verilmeye çalışılmıştır. Ayetlerdeki edebî ve mecazî/sanatsal ifadeler; cümle ve cümlecikler arası teknik ilişkiler tespit edilerek gözlemlenebilen incelikler ve vurgular meal kısmında yansıtılmaya çalışılmıştır. Arapların söyleyiş biçimi/mentalite ile Türklerin söyleyişindeki farklılıklar da göz önünde bulundurularak cümledeki vurgunun yerinde gösterilmesi gayretiyle ögelerin dizilişlerinde zorunlu değişikliklere gidildiği olmuştur.
13- Ayetin lafzındaki mananın, tarihî bağlamı da dahil zarf-mazruf ilişkisi içerisinde ve ayet bütünlükleri de göz önünde bulundurularak anlaşılmaya çalışılması gerektiğini yukarıda zikretmiştik. Ayetlerin ancak bu yöntemle anlaşılabilecek manaları, bazı tefsir ve meallerde görüldüğü üzere, isnat zincirleri tahkik edilerek sıhhatleri tespit edilmemiş, mana ve maksatları Kur’an’a arz edilip tenkide tabi tutulmamış olan “Esbab-ı Nüzul”lere ya da rivayetlere feda edilmemiştir. Metin içi bağlam ve/veya tarihî/kültürel bağlam göz önünde bulundurulduğu takdirde o lafızdan elde edilemeyecek, diğer bir ifade ile o zarftan çıkmayacak ya da o zarfa konulamayacak bir mana verilmemeye azamî derecede özen gösterilmiştir. Bu hususta çok önemli örnekler/hatalar olmaları bakımından Bakara, 2/284., Nisa, 4/15, 16., Maide, 5/93 ve Nur, 24/3. ayetleri hakkında nakledilen rivayetler ile Şûrâ suresinin 23. ve Zilzal suresinin 7-8. ayetlerine verilen manalar diğer meal ve tefsirlerle kıyaslanarak gözden geçirilebilir.
14- Bir kısım ayetler Esbab-ı Nüzul; Resulüllah’ın kavlî, fiilî ve takrirî sünnetleri; sahabe, tabiûn, tahkik ehli müfessirler ve ilim adamlarının görüşleriyle açıklanmıştır. Ancak daha ziyade Kur’an’ın Kur’an’la ve tespit edilebildiği ölçüde Hadis ile açıklanmasına gayret gösterilmiştir. Bir ayetin ya da pasajın söylediği ya da söylemek istediği mana başka ayet ya da ayetlerle açıklığa kavuşturulabilmişse, artık bu mana, Resulüllah’ın fem-i muhsinlerinden/ağızlarından çıkıp çıkmadığı kesin olarak bilinmeyen, aslının olup olmadığı araştırılmamış olan bir sahabe sözü ya da kişisel görüş sebebiyle terk edilmemiştir.
15- Allah kelâmı olan Kur’an’ın tamamı hikmettir. Resûlüllah’ın, Kur’an’a ittibaen hayata geçirdiği itikadî, ahlâkî, hukukî, ferdî, sosyal, siyasî ve edebî uygulamalarının hepsi Kur’an’ın te’vilidir.[9] Hz. Peygamber’in kavlî, fiilî ve takrirî sünnetleri ise, vahyin kontrolü altında gerçekleşmiş, - “Abese ve tevellâ…” ve “Afâ Allahu anke lime ezinte lehüm?” gibi, hikmete uygun düşmediği için vahiy yoluyla uyarılmış olan yaklaşık 5-10 davranış hariç - tamamı vahyin takrirî onayından geçmiş salt hikmettir. O nedenle “sünnet,” lafız, mana ve beyan olarak inzal edilen[10] Kur’an’ın, diğer bir ifade ile İslâm’ın - insana bakan yönüyle - hayata intikal ettirilmiş pratiğinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla sünneti Kur’an’dan ayrı düşünmek, diğer bir deyişle, sünneti dışlamak, en iyimser ifadesiyle, Kur’an’ı ve Allah’ın elçisini yeterince tanımamak demek olur. Zira Cenab-ı Allah buyurmuştur ki: “Allah’ın elçisine itaat eden, kesinlikle Allah’a itaat etmiş olur!”[11], “De ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın.”[12] ayetlerinin mefhum-u muhalifince, “Sünnet”i dışlayan kimse, Kur’an’ı da dışlamış sayılır... Fakat dindeki bu gerçeğe ve Buharî, Müslim, Ebu Davud, İbn Mace, Tirmizî, Neseî… gibi hadisleri derleyip hadis mecmualarını vücuda getiren alimlerin sahihini sakiminden sahih olmayanından ayırma hususunda gösterdikleri azami titizliğin bilinmesine rağmen, “hadis” diye nakledilen rivayetlerin bir kısmında, herhangi bir biçimde sıhhat sorununun olduğu da ehlince bilinmektedir! Bu durum, elbette hadislere şüpheyle bakmayı ve reddetmeyi gerektirmez; ancak tefsirimizde, Nisa suresinin on beş ve on altıncı, Nur suresinin de ikinci ve üçüncü ayetlerinde olduğu gibi, ayetin lafzına, metin içi ve metin dışı bağlamlarına ve Kur’an bütünlüğüne ters düşen rivayetler ayetin lafzındaki manaya tercih edilmemiştir, edilemez de... Çünkü Yahya b. Ebî Kesir’in: “Sünnet Kur’an’a kadîdir; Kitap ise, sünnete kâdî değildir.”[13] sözü, ancak Resûlüllah hayatta iken ve “Büyük fitne” adı verilen Hz. Osman’ın şahâdetinden sonra ortaya çıkan olaylardan/savaşlardan önce anlamlıdır; fakat hatasını savunma, taassupla mezhebinin görüşünü destekleme ya da terğib ve terhib gibi iyi niyetli amaçlarla da olsa hadis uydurma geleneği başladıktan sonra, artık bu söze ayetleri tefsir bağlamında oldukça temkinli yaklaşılmalıdır. İşte bu düşünce ile bir kısım ayetlerin tefsirinde “Hadis” ya da “Sahabe Sözü” olarak gelen rivayet ve görüşlere son derece dikkat edilmiştir ve edilmesi gerektiğine inanmaktayız…
16- Sahabe devrinden itibaren Kur’an ve sünnete dayalı olarak yapılan tefsirler ise, Kelâmullah ve Sünnet-i Resûlillah şeklinde Kur’an ve sahih sünneti, bir merdivenin değişmeyen iki ayağı gibi esas alıp ikisine de dayanarak onların arasında üst üste yükselen basamaklara benzetilebilirler. Her alttaki basamak bir üstteki için, “Arabiyyün mübîn” olan Kur’an’ın[14] aslî dilini ve özgün manasını koruyan sağlam bir zemin oluştururken aynı zamanda çağının ilim, kültür ve anlayış düzeyini de bize yansıtmaktadırlar. İçinde yaşadığımız şu çağda yapılan tefsirlerin müfessirleri bu merdivenin on dördüncü basamağına ayaklarını koymuş ve kendi çağdaş ilmi, kültürel gelişim ve anlayış düzeyleriyle Kur’an’ı okuma ve asrın idrakine yansıtılan on beşinci basamağı inşa çabası içerisindedirler. Hiçbir müfessir, tefsir geleneğinden ve asrının ilim, kültür ve anlayışından bağımsız olarak tefsirde bir üst basamağa bir bilgi koyamaz. “İbnüzzeman”, Türkçe ifadesiyle “Asrının çocuğu” olan hiçbir tahkik ehli müfessir, yaşadığı çağdan soyutlanmış, boş bir zihin ile Kur’an’a yaklaşamaz. Her müfessir, mutlaka bir eli Kelâmullah’ta, öbürü Sünnet-i Resûlüllah’ta, ayakları öncekilerin yükselttiği en üst basamakta bulunup gözleri de ileriye bakarak yaşadığı çağı temsil edecek olan gelecek basamağı inşa ederek tefsire katkıda bulunmaktadır. Doğal olarak hiçbir tefsir ve hiçbir asrın tefsir birikimi, asla Kur’an’ın en son söylenmiş sözü olamaz. Her çağın idraki, ancak çağının ilim ve kültür düzeyiyle bağlantılıdır; çağı aşan parlak görüşler olacaktır, ancak her çağın isabetli anlayış ve görüşlerinden bir kısmı, gelişmekte olan ilmî düzeye paralel olarak gelecek çağlarda gelişen daha isabetli görüşleri yanında sönük kalabileceği ihtimali de göz ardı edilemez. Kaldı ki Kur’an’dan elde edilecek manalar tefsirlerle tüketilemez. Zira: “Yeryüzündeki tüm ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa ve bunlara yedi deniz daha eklense, yine de Allah’ın sözleri yazılmakla tüketilemez.” (Lokman, 31/27) Bu tefsirde de Allah’ın kelâmı olan Kur’an, işte bu anlayışla ve Allah’ın inayeti ile tefsir edilmeye çalışılmıştır.
17- Modernitenin getirdiği esintilerle Kur’an’da bazı ayetlerin /konuların sorgulanarak tartışıldığı ve tefsir bilincine/nosyonuna sahip ya da değil, ilgili veya ilgisiz bir kısım insanlar tarafından modernizmin etkisi ile bu ayetlere maksadını aşacak tarzda yorumlar getirildiği bilinmektedir. Bu tefsirde de bu ayetlere/konulara yer verilmiş; hâlen tartışılmakta olduğu için diğer ayetlere nazaran belki daha fazla üzerinde durulmuştur; ancak hiçbir ayete, batı uygarlığının üretmiş olduğu anlayışa ve ülkemizdeki savunucularının görüşlerine uygun düşsün veya Kur’an’dan ona bir meşruiyet zemini kazandırılsın ya da Kur’an – hâşâ – yüceltilsin diye maksadı aşan bir mana verme çabası içerisine girilmemiştir.
18- Daha önceki meşhur/yaygın meâl ve tefsirlerde tespit edilen bir kısım bariz yaklaşım ve metod hataları, metne aykırı ya da maksadını aşan anlayışlar ve uygulamaya yönelik açıklamalar vs. polemiğe imkân verebilir endişesiyle örnek gösterilerek eleştiri konusu yapılmamıştır. Ancak ayetin lafzına en uygun mana verilmiş, verilen mana aklî ya da naklî sağlam delillerle temellendirilmiştir. Sözgelimi; son devir âlimlerindeki nesh ve muhkem-müteşabih anlayışı, kurbanın vücubiyeti, seferilik ve seferde namaz, zina suçunun cezası, zerre ağırlığınca hayır işleyenin de şer işleyenin de (ahirette karşılığını) göreceği ile ilgili ayetler bu açıdan incelenebilir.
19- Arapça bilen okuyucuların, ayetlere verilen manaları tekrar düşünmelerini kolaylaştırmak amacıyla her cildin sonunda, o ciltteki anahtar kelimelerin sözlük anlamları, Arapça yazılış ve Türkçe okunuşları ile birlikte verilmiştir. Aynı kelimeler, farklı bağlamlarda farklı anlamlarda kullanıldıkları gerçeğinden hareketle sözlük kısmındaki tekrarlar lüzumsuz addedilmemelidir.
20- İmkân ölçüsünce sade ve akıcı bir dil, her düzeyden insanın anlayacağı ifade biçimi ve anlamayı kolaylaştırıcı bir üslup ile Kur’an Türk okuyucusunun özellikle genç neslin anlayışına yaklaştırılmaya çalışılmıştır. O nedenle yazımda “Türk Dil Kurumu Sözlüğü” ve “İmla Kılavuzu”nun en son baskıları esas alınmıştır. Dilimizde kullanıla kullanıla lisanımızın öz malı olmuş kalem, kitap, namaz, ezan, ibadet, iman, küfür gibi pek çok Arapça ve Farsça kökenli kelimeler dışında azami derecede Türkçe kelimeler kullanılmaya çalışılmıştır. Bazen gök, bazen sema; bazen yerküre, bazen arz gibi kelimeler kullanılmışsa, her ikisinin de dilimizde yaygın olarak kullanılmasından ve bu eserin gelecek nesillere dil bakımından bir köprü oluşturması arzusundandır. Hamd, Rabb, âlem, iman, küfür, cennet, cehennem gibi Türkçemizde karşılığı bir kelimeyle değil, ancak birden fazla cümle ve cümleciklerle tarif edilebilecek kavramlar olduğu gibi kullanılmış, ama genelde ilk geçtiği yerde gerektiği ölçüde açıklamaları yapılmıştır. Yerine göre “Sırat-ı Müstakim,” yerine göre de “Doğru yol” tabirlerinin kullanmasından da çekinilmemiştir. Maksat, hem dilimizin geçmişten gelen zenginliğini korumak hem de – tam olarak karşılamasa bile - yaygın Türkçe kelimeleri ihmal etmemektir. Bu arada Türkçede kelime üretme kurallarına uygun olarak – Türk Dil Kurumu Sözlüğünde bulunmayan - üç kelime üretilip lisanımıza kazandırılmıştır. Bunlar; “Yerimsemek”, “Cennetliler” ve “Cehennemliler” tabirleridir.
21- Cümle kuruluşlarında, metnin anlaşılmasında Arapçasına; dilimize aktarılmasında ise Türkçe ifade biçimine önem verilmiştir. Özellikle cümlede söylenmek istenen mana ve vurgu esas alınmış ve çeviri asıl metindeki nahiv kuralına göre değil kendi lisanımızdaki söz dizimi ve söyleyiş biçimine göre yapılmıştır. Noktalama işaretlerine azami derecede dikkat edilmiştir. Ünlem ve üç nokta işaretlerinin çok sık kullanılmış olmaları, Kur’an’ın yazılı bir kitap değil sözlü bir hitap şeklinde indirilmesinden ve farklı durumlara göre oldukça canlı hitap tarzlarını içermesinden kaynaklanmaktadır.
22- Allah Teala Kur’an’da, “Ve nusarrif’ul-âyât” tabiriyle muhataplarının anlamalarını kolaylaştırmak için Arap dilinin özel ve evrensel tüm imkânlarını kullanmış ve çeşitli bakış açılarına göre ayetlerini farklı perspektiflerden açıklamış ve anlaşılır kılmıştır. Kelimeleri, yerine göre lafzî hakikî manada, icap ettiği yerde mecazî manalarda kullanmıştır. Sözgelimi; bir manayı bazen teşbihler, temsiller, darb-ı meseller, telmihler, kinayeler, istiareler ve kıssalarla canlı ve etkili bir biçimde anlatırken, bazen de sembolik bir dil kullanarak, hatta tahyilî/varsayıma dayalı ifadelere yer vererek soyut manayı somut ve tecrübe edilebilir bir yolla idraklere arz etmiştir.[15] Bu tefsirde de dilimizin özel ve evrensel imkânlarından azami derecede yararlanılarak ayetlerdeki mana ve maksat, idraklere arz edilen perspektiflere ve ifade biçimlerine göre açıklanmaya çalışılmıştır. Eğer bir ayetin anlaşılmasında katkısı olacaksa, zaman zaman kendi deyimlerimizi, özdeyişlerimizi, atasözlerimizi, darb-ı mesellerimizi, şiirlerimizi kullanmaktan çekinilmemiştir. Sözgelimi, yeri gelmiş “Kılıçtan keskin dillerini kınlarından çekerler!”; yeri de gelmiş savaşa gitmeyip oturanlar için “kadınlar gibi evlerinde otursunlar!” özdeyişlerimizi kullanmışızdır. Hatta Kur’an’ın kullandığı deyim ya da özdeyiş, eğer bizim lisanımızda farklı bir ifade ile söylenmişse, aslına işaret etmek şartıyla, kendi deyimimiz ya da özdeyişimiz tercih edilmiştir. Mesela yapılan uyarılara aldırış etmeyenler hakkında ayette: “Allah’ın Kitabını sırtlarının ötesine/gerisine attılar.”[16] deyimi Türkçemizdeki “Allah’ın ayetlerine kulak asmadılar” veya “Allah’ın ayetlerini kulak ardına attılar.” şeklinde karşılanmıştır. Müslümanların Uhud savaşında mağlubiyetlerinin tahlili yapılırken Allah Teala şöyle diyordu: “O vakit siz, Peygamber de öbürleri arasında sizi çağırdığı hâlde hiç kimseye dönüp bakmadan dağa yukarı kaçıyordunuz! Ne kaybettiklerinize acıyasınız ne de başınıza gelenlere üzülesiniz diye Allah size keder üstüne keder vermişti. Allah tüm yaptıklarınızdan haberdardır.” [17] Bu ayetteki “Keder üstüne keder”in verilmesi, lisanımızdaki “Acı acıyı, su da sancıyı keser.” [18] deyimi ve “Allah beterinden sakınsın” özdeyişi ile açıklanmaya çalışılmıştır.
23- Başlangıçtan bugüne dek yazılmış bir çok tefsirden ve sayılı bir-kaç mealden yararlanılmıştır. (Allah, yararlandığım tüm ilim adamlarından razı olsun!) Fakat, onlardaki bilgiler, asla olduğu gibi nakledilmemiştir. Ayete verilen mana mutlaka, siyak ve sibak bütünlüğü, ihtiyaç duyulduğunda Kur’an bütünlüğü ve tarihî arka plân da göz önünde bulundurularak yeniden gözden geçirilmiş, sistematik tenkide tabi tutulmuş ve bir kısmı çağdaş bilim perspektifinden değerlendirilmiştir. Kelimenin lügat anlamına ve çağdaş bilimin ispat edilmiş ve realiteye uygun verilerine ters düşen bilgilere yer vermemeye özen gösterilmiştir. Sözgelimi; “Alâk” kelimesi, önceki tefsirlerde olduğu gibi “Kan pıhtısı” olarak değil dipnotta kavramın içeriği/mahiyeti açıklanmak şartıyla, “Rahme tutunan” olarak tefsir edilmiştir. Aynı konuda “Nutfe” karşılığında sperm; “Nutfetün emşac” karşılığında zigot gibi kavramlar dil ve bilimsel realite yönünden bilinerek ve temellendirilerek kullanılmışlardır.
Denilir ki: “Kur’an yorumcusunun, objektifliği sağlayan metodolojik hassasiyeti zaman zaman bir tarafa bıraktığı ve toplumsal kişiliği ile bağlantılı olarak sübjektif değer ve yargılarını ön plâna çıkardığı müşahede edilmektedir.”[19] Bu tespit doğrudur. Ama ben, ne geleneğe körü körüne saygı taassubuyla ne de çağdaş fikrî akım ve söylemlerin etkisiyle “Metodolojik hassasiyetten” ve kendime özgü sorgulayıcı ve eleştirel yaklaşımımla Kur’an’ın metninden anlayabildiğim hakikati yansıtma prensibimden asla sapmadım. İlim adamlarına saygı ile ilme saygıyı da bir tutmadım. Çalışmam boyunca korumaya çalıştığım kendi kimliğimle, mümin kişiliğimle, Allah’tan başkasına kul olmama bilincimle, - asla yeterli görmediğim - ilmî kapasitemle, yükümlülük ve sorumluluk şuurumla, Hak’tan ve hakikatten uzak düşmeme arzu ve gayretimle Allah’ın kelâmı'ndan anladıklarımı ve sağlam delillerle temellendirebildiklerimi yazmaya çalıştım. Lafızdan muhtemel olsa ve gönlümce güzel görülse bile, metinsel ve tarihsel bağlamları da göz önünde bulundurulduğu zaman kesin olarak ayetten çıkarılamayacak bir manayı tefsire almadım; böylesi durumlarda günlerce araştırdım, ehil bildiğim meslektaşlarıma gidip sordum, çevremdeki ilim adamları arasında müzakere konusu yaptım ve en isabetli olan manayı bulunca, hiç tereddüt göstermeden onu yazdım. Kendimi, duygularımı, sevgilerimi, nefsî kinimi, kişisel çıkarlarımı, sosyal ya da siyasî korkularımı hiçbir zaman ayetin lafzında tespit ettiğim hakikatin önüne geçirmedim. Kendi tefsir yöntemim ve bilgimle ayetin lafzından – isabetli görülür ya da görülmez – neyi anladımsa, onu anlatmaya çalıştım. Hiçbir şahsı, hiçbir toplumu, hiçbir devleti, hiçbir dini ya da mezhebi hedef alıp da Allah’ın kelâmını o yolda kullanma cahilliğine bilerek düşmedim. Hanefî mezhebinden olmama ve görüşlerine içtenlikle saygı duymama rağmen, mezhebimin hiçbir görüşünü ayete meal olarak yazmadım. Kur’an’ı, tüm mezheplerin üzerinde görmeye gayret ettim. Bilgisayarın başına her oturduğumda şeytandan ve nefsimin dürtülerinden Allah’a sığınarak oturmuş, O’ndan gönlümü, göğsümü ve zihnimi açıp işimi kolaylaştırmasını ve yüce zatını zikretmem, ihsanına şükretmem ve kendisine güzel güzel ibadet etmem için hep yardım dilemişim ve gereken yardımı da görmüşümdür. Elhamdülillah… O nedenle dedim ki bu çalışmam bana Allah’ın lütfudur, ihsanıdır ve hidayetidir. Bilerek hata etmedim, fakat hatalarımın olabileceğinden ötürü endişelerimin de yersiz olmadığı kanaatindeyim. Mevlâm’dan en büyük dileğim, bir insanı doğru yoldan saptıracak; hem onu hem de beni ateşe atacak bir yanlışı yapmamış olmamdır! Kendisine son derece muhtaç ve fakir olmama rağmen, bu çalışmamdan ötürü Allah’tan sevap ya da mükâfat değil, sadece bağışlanmamı diliyorum. Allah’tan tüm umudum ve güvencem, tefsire başladığım günden, nihayete erdirdiğim şu güne kadar korumaya çalıştığım samimiyetimdir. Hiç şüphe yok ki gayret bizden, hidayet, inayet ve tevfik yalnız Yüce Allah’tandır.
Tenkit edilemeyecek en güzel ve en doğru söz, sadece Allah’ın Kelâmı ve O’nun sözüdür. Onun ötesinde eleştirilemeyecek söz ve hatasız eser tanımıyorum. O nedenle, kendisini eleştiriye ehil gören her ilim adamının yapacağı eleştiri, tefsire bir katkı sağlayabileceği gibi, aynı zamanda bir sonraki baskının da daha az hata içermesine sebep olacağı için mutlaka yüce Allah’tan ecrini alacaktır. O yüzden şahsıma intikal ettirilecek yerinde ve yapıcı her eleştiriye peşinen teşekkürlerimi arz ediyorum. İlk ve ikinci baskıda katkısı bulunan her kardeşime teşekkürlerimi arz ederim.
Sözlerime son verirken, benim yetişmemde maddî ve manevî açılardan, bir harf kadar da olsa, katkıda bulunan, başta babam Hacı İsmail Efendi’ye, annem Dilber Hanım’a (her ikisine de Allah rahmet eylesin!), ağabeylerime, ablalarıma, sabırla bana rahat ve huzur içerisinde bir çalışma ortamı sunan eşime, oğullarıma ve isimlerini sayamayacağım; hayatta ya da Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuşmuş olan tüm hocalarıma ve düşüncelerinden yararlandığım insanlara şükranlarımı arz ediyorum. Bilhassa bu tefsirin meal kısmını baştan sonuna kadar okuyup da çeviri ve anlayış yönünden tashih eden ve değerli katkılar veren saygı değer meslektaşım, dostum Prof. Dr. Sadık Kılıç Bey’e; mealin yarısına yakın bir kısmını dil ve imlâ yönünden okuyup bana yol gösteren dostum Prof. Dr. Cihan Okuyucu Bey’e, tefsirin tamamını titizlikle redakte eden sevgili arkadaşım Yrd. Doç. Dr. Ali Çavuşoğlu Bey’e ve en ufak katkısı olan her kardeşime minnet ve şükran dolu duygularımla teşekkürlerimi arz etmeyi bir borç bilirim. Ayrıca bu tefsirin yayımlanmasında hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan ve okuyucu ile buluşturan başta Tuncer Namlı Bey olmak üzere Fecr Yayınevinin tüm çalışanlarına kalbî teşekkürlerimi sunarım; Allah hepsinden razı olsun.
Dipnotlar
[1] “Biz, Kur’an’ı insanlara dura dura okuyasın diye okuma parçalarına (pasajlara) ayırdık ve bölüm bölüm indirdik.” (İsra, 17/106)
[2] Pasaj’dan kastımız şudur: “Biz, Kuran’ı, insanlara dura dura okuyasın diye, okuma parçalarına ayırdık ve bölüm bölüm indirdik.” (İsra, 17/106) ayetindeki “ve kurânen faraknâhu” cümlesi, Hz. Peygambere bir vahiy kaplama hâlinde/celsede indirilen ayet ve ayetler topluluğunu ifâde etmektedir. Mesela Rasûlullah’a gelen ilk vahiyde Alâk sûresinin ilk beş ayeti birinci bölüm olarak, daha sonra da geri kalan (6-19) on dört ayeti, ikinci bölüm olarak toplam iki parça halinde indirilmiştir. 29 ayetten müteşekkil olan Fetih sûresi de bir celsede indirilen Kur’an’dan bir parçadır. Biz, hem bu realiteyi hem de sûre kelimesinin Kur’an’da kullanıldığı anlamını göz önünde bulundurarak, Rasûlullah’a inzal edilen her parçaya – sûre değil – pasaj adını vermeyi uygun gördük. Çünkü Kuran’da sûre kelimesi, on ayette toplam on bir defa geçmekte ve hepsinde de bir konuya hasredilmiş bölüm/pasaj anlamında kullanılmaktadır. Mesela Nur sûresinin 1-34. ayetlerinden oluşan ilk bölümü/pasajı şu ifâde ile başlar: “Bu, indirdiğimiz ve farz kıldığımız bir sûredir...” (Nur, 24/1) Yine, “Bazı müminler derler ki: ‘Keşke bir sûre indirilse de...’ Evet, içinde savaşın zikredildiği, mana ve maksadı apaçık bir sûre indirilince de kalplerinde hastalık bulunanların, ölüm hâli kaplamış bir kişinin baktığı gibi sana dehşet içerisinde baktıklarını görürsün” (Muhammed, 47/20); “Münafıklar, kalplerindekini haber verecek bir sûrenin indirilmesinden korkmaktadırlar...” (Tevbe, 9/64), “Allah’a iman edin ve elçisiyle birlikte cihada çıkın! diye bir sûre indirildiği zaman, içlerinden varlıklı kişiler senden izin istedi ve ‘Bırak da, biz oturanlarla birlikte olalım!’ dediler” (Tevbe, 9/86); “Her bir sûre indirildiğinde içlerinden biri: ‘Bu, içinizden hanginizin imanını artırdı ki?!’ der. Oysa o, iman edenlerin imanlarını artırmış ve onları sevindirmiştir.” (Tevbe, 9/124); “Her bir sûre indirildiğinde, ‘Sizi bir gören oldu mu?’ diye birbirlerine bakar; sonra da arkalarını dönüp giderler...“ (Tevbe, 9/127) ayetlerinde de aynı durum söz konusudur. Görülüyor ki bu ayetlerde sûre kelimeleri hep, bir mana, maksat ya da hükme hasredilmiş bölüm/parça anlamında kullanılmıştır. Özellikle: “... Haydi, onun benzeri bir sûreyi de siz vücuda getirin!...” (Bakara, 2/23; Yunus, 10/38) veya “Haydi, onun benzeri on sûreyi de siz getirin!...” (Hud, 11/13) ayetlerindeki sûre kelimeleriyle kastedilenin, Bakara, Âl-i İmran ve Nisa gibi (terimsel anlamda) sûreler olmadığı kanaatindeyiz. O nedenle biz, Kuran’daki sûre kelimesinin, örfte yaygın olan terimsel anlamıyla karıştırılabileceğini düşündük ve Rasûlullah’a (sav) bir vahiy hâlinde/celsede indirilen ve siyak ve sibak bütünlüğü içerisinde bir mana ve maksadı ya da bir hükmü tam olarak ifâde eden ayet ve ayetler topluluğuna pasaj adını verdik. Aslında buna parça adını verebilirdik, fakat dilimizde parça kelimesi farklı manalarda da kullanıdığı için burada pek uygun görmedik. “Pasaj” yerine daha uygun bir tabir de bulunup kullanılabilir! Kanaatimizce, Kur’an’daki anlamı itibariyle, Bakara, Âl-i İmran, Nisa, Mâide, En’am, A’raf... gibi en az iki ve daha fazla konuyu içeren ve birden fazla parçalar hâlinde indirilen (terimsel anlamıyla) sureler için, Kur’an’da kullanılan anlamıyla sûre tâbiri uygun düşmemektedir. Bizim getirdiğimiz tabirde esas olan, ayet sayısı değil, Fatiha, İhlâs, Kevser, Enfal, Fetih vb. sûreler gibi, bir konuya hasredilmiş olmaktır. Buna göre bâzen pasaj, Bakara sûresinin 282. müdayene/tedâyün (borçlanma) ayetinde olduğu gibi uzun bir ayet veya ondan kısa bir ya da daha fazla ayetten de müteşekkil olabilir. Biz bu gerekçelerle tefsirimizde, Resulüllah’a (s.a.v.) bir vahiy hâlinde/celsede indirilen bölüm anlamını kastettiğimizde pasaj, terimsel anlamını kastettiğimizde sûre tabirlerini kullandık.
[3] Âl-i İmran, 3/110.
[4] Bakara, 2/143.
[5] Bkz. İbn Kesir, Tefsir, I/4; Suyûtî, Celâluddîn Abdurrahman b. Ebî Bekr (v. 911/1505), el-Itkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Beyrût, 1973, II/189.
[6] Surelerin Mekkî ve Medenî olarak ayrılması: Sure kavramı ile, az önce de açıklamaya çalıştığımız üzere, tefsir ilmindeki sure terimi Kur’an’da birbirinden oldukça farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Biz bu tefsirde, sure kelimesinin kavramsal anlamını kastettiğimizde pasaj, terimsel anlamını kastettiğimiz zaman da sure tabirlerini kullanmaktayız. Mekkî ve Medenî sureler denildiğinde pasajların değil, 114 surenin Kur’an’da sıralanışı söz konusudur, yani sure kelimesinin terimsel anlamının kast edildiği bilinmelidir. Kur’an-ı Kerim Hz. Muhammed’e yaklaşık yirmi üç yılda pasajlar hâlinde inzal edilmiştir. Bu yirmi üç yılın yaklaşık on üç yılı Mekke’de, on yılı ise Medine’de geçmiştir. Bu yüzden tefsir ilminde üzerinde ittifak edilen kanaate göre, Hz. Peygamber’in Medine’ye hicret etmesinden önceki on üç yıllık Mekke döneminde indirilen surelere mekkî sureler, Mekke toprağında indirilmiş olsa bile hicretten sonra indirilen surelere de medenî sureler adı verilmiştir. Muhtevaları itibariyle Mekke’de indirilen sureler, denilebilir ki önemli bir eğitim öğretim programını içermektedir. Bu dönemde, emsalsiz bir eğitimci olan Hz. Peygamber’in uyguladığı mükemmel bir eğitim öğretim programıyla inananlar, insanî kimliklerinde yüceltilmiş ve onların İslâm ile özdeşleşen mümin kişilikleri derece derece geliştirilip inşa edilmiştir. Bu dönemde en fazla ve sık olarak hak-batıl, iman-küfür, tevhid-şirk, adalet-zulüm, güzel ahlâk-rezilet, yükümlülükler-sorumluluklar, sevap-ceza, cennet-cehennem konuları üzerinde durulmuş ve müminlerin hakka bağlılık, gerçek iman ve İslâm, tevhid bilinci, hukuka saygı, adalet, güzel ahlâk, görev ve sorumluluk bilincinin kabullenilip özümsenilmesiyle yepyeni bir toplum, İslâm toplumu ortaya çıkmıştır. Medine’de indirilen surelerle ise sahabedeki bu insanî kimlik ve mümin kişilik, ortamın ağır şartları ve ahkâm ayetleriyle daha da pekiştirilip sarsılmaz hâle getirildi. Sonuçta yüce Allah’ın âlemlere örnek gösterdiği “Adalet vasfına sahip en iyi” (Âl-i İmran, 3/110) ve “Allah’a iman eden en medenî bir toplum…” (Bakara, 2/143) vücuda getirildi.
Denilebilir ki Hz. Ebu Bekir’in cem ettirdiği elimizdeki Kur’an-ı Kerim’de 114 sure, işte böyle bir insanî kimlik ve mümin kişiliğe sahip olan sahabe topluluğunun devam etmekte olan hayat tarzını koruyup sürdürecek biçimde tanzim edilmiştir. Kur’an ile ilk defa karşılaşacak olanlara göre değil! Biz ise bu 114 surenin dizilişinde, şu yaşamakta olduğumuz XXI. asrın başındaki inanan-inanmayan bütün insanların ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak, sahabenin tebliğin sonunda eriştiği düzeyli hayat tarzını esas alan Kur’an tanzimini değil; nüzulde onların başlangıçtaki eğitimsiz, öğretimsiz ve bilgisiz durumlarını göz önünde bulundurarak indirilen kronolojik sıralamayı esas aldık. İstedik ki henüz Kur’an’a aşina olamamış her okuyucu, Kur’an’ın eğitim-öğretim sürecini başından itibaren derece derece özümsesin ve mümin kimlik ve kişiliğini kademe kademe inşa edip hakiki imana sahip olsun; İslâm’ın hukukî, ahlâkî ve sosyal hükümlerini yadsımadan uygulamaya hazır hâle gelsin. İlim olmadan iman, iman olmadan da ahkâma riayet olmaz! İlmi olan kişinin insafı, ahlâkı ve adaleti yoksa imanı da olamaz, hukuka saygısı da… O hâlde Kur’an’ı okuyan kişide önce ilim, iman, ahlâk ve sorumluluk bilinci oluşmalı, sonra da adâlet ve haklara saygı beklenmelidir.
[7] Meselâ Zilzal sûresinin 8. ayetine yüklenen İslâm’ın temel ilkelerine aykırı şu mana, bu konuda oldukça dikkat çekici bir örnektir: “Kim zerre miktarı hayır yaparsa ahirette onun karşılığını görecektir, kim de zerre miktarı şer işlemişse ahirette onun karşılığını görecektir.” (Bkz. Çantay, Hasan Basri, Kur’an-ı Hakim ve Meal-i Kerim, İstanbul, 1969, III/1211; Tekin, Ahmet, Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru Tefsirî Meal, İstanbul, 2002, s. 601; Karaman, Hayreddin ve Arkadaşları, Kur’an Yolu, V/616,617) Oysa ahiret ve karşılık ya da sevab ve ceza kelimeleri ayette yoktur! Kaldı ki dünya hayatında, ancak mümin olarak salih iş yapan ve mümin olarak ölen kimseler ahirette yaptıkları iyiliklerin karşılığını göreceklerdir; kafir ya da müşrik olarak ölenlerin dünya hayatında “yaptıkları iyilikler ve salih işler ahirette, tıpkı çölde susuzluktan içi yanan kimsenin gördüğü serap gibidir; onlar, ondan hiçbir hayır göremezler...” (Bkz. Nur, 24/39) Değişik bir temsil ile “... onların amelleri, fırtınalı bir günde rüzgârın savurduğu kül yığını gibidir, onlar kazandıkları hayırdan hiçbir şey elde edemeyeceklerdir...” (Bkz. İbrahim, 14/18; Ayrıca bkz. Âl-i İmran, 3/91) Bu demektir ki mümin olarak ölmeyenler, yaptıkları iyiliklerin karşılığını/sevabını ahirette göremeyeceklerdir. Mümin olarak yaşayıp mümin olarak ölen kimselere ise, “sadiku’l-va’d” olan Yüce Allah: “Eğer siz, yasaklanan büyük günahlardan uzak durursanız, Biz de sizin diğer/küçük günahlarınızı örter sizi cennete koyarız” (Nisâ, 4/31) ayetiyle, büyük günahlardan kaçınmış olmaları şartıyla, - değil zerre ağırlığınca kötülüklerini cezalandırmak - müminlerin küçük günahlarının tamamını bağışlayacağına dair söz vermiştir. O nedenle müminler için, “zerre ağırlığınca kötülük yapan kimse, mutlaka ahirette karşılığını görecektir” demek büyük hatadır. Kanaatimizce meallerde yapılan dinin temel ilkelerine aykırı böylesi yanlışlıkların nedeni, hem tefsirdeki kusurdan/nakilcilikten hem yöntemsizlikten; ayeti bağlamından koparıp parçacı bir yaklaşımla ele almaktan hem de siyak sibak bütünlüğü, daha sonra da Kuran bütünlüğü içerisinde yeniden ve titizlikle değerlendirmemekten kaynaklanmaktadır. Oysa bu ayet, pasaj bütünlüğü, özellikle bir önceki ayet de göz önünde bulundurularak ‘tematik paragraf’ hâlinde okunsaydı bu hataya düşülmeyecekti; çünkü orada şöyle denilmektedir: “... O gün bütün insanlar, amelleri kendilerine gösterilmek üzere ‘kabirlerden’ (Yasin, 36/51) darmadağınık halde çıkarlar; kim zerre ağırlığınca iyilik yapmışsa, (amel defterinde) onu görecektir, kim de zerre ağırlığınca kötülük işlemişse, o da orada onu görecektir.” Biliniyor ki hesap gününde her insana amel defteri sağından ya da solundan verilecek (Hâkka, 69/19, 25) ve “Kitabını oku! Bugün sen, kendini hesaba çekmen için kafisin” denilecektir. (İsra, 17/14) “Kendisine kitabı sağ tarafından verilen kimseler, onu okuyacaklardır...” (İsra, 17/71) “...Mücrimler: ‘Vay hâlimize! Bu nasıl kitapmış; küçük, büyük dememiş bütün yaptıklarımızı sayıp dökmüş!’ diyecekler. Böylece onlar, yaptıklarını en son duruşma ve hesap gününde karşılarında hazır bulmuşlardır.” (Kehf, 18/49)
[8] Krş. Bakara, 2/105-107; Ra’d, 13/37-39; Nahl, 16/101-104.
[9] Burada te’vil, selefin anladığı manadadır; yani ‘söylenen sözden kast edilen ne ise, o’ anlamında kullanılmıştır.
[10] Bkz. Kıyame, 75/16-19.
[11] Nisa, 4/80.
[12] Âl-i İmran, 3/31.
[13] Bkz. Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensarî (v.671/1272), el-Cami’ li Ahkâmi’l-Kur’ani’l-Azim, Kahire, tsz. I/39; Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, Ankara, 1971, s. 228.
[14] Bkz. Nahl, 16/103.
[15] Bkz. Nur, 24/35.
[16] Bkz. Bakara, 2/101.
[17] Âl-i İmran, 3/153
[18] Birçok defa tecrübe etmişimdir; sabah namazından sonra çıplak ayakla durduğumda midemde gaz sıkışması olarak bildiğim şiddetli bir sancı hissetmişimdir. O sancı, tecrübeme dayalı olarak içtiğim bir bardak soğuk su ile anında geçmiştir. Her büyük acı da daha beteri ile unutulur gider... O nedenle “Allah beterinden saklasın!” sözü kültürümüzde yaygın bir duadır.
[19] Bkz. Karslı, İbrahim, Kur’an Yorumlarında Kadın, İstanbul, 2003, s. 21.
BEYAN-UL HAK
Kur'an'ın Nuzul Sırasına Göre Güncel Tefsiri
M. Yaşar Kandemir
Sevgili Zekiciğim,
Lütfettiğin tefsir çalışman için çok teşekkür ederim.
Teşekkürümü geciktirmemin sebebi, Tefsirini bir miktar okuduktan sonra yazma düşüncesiydi.
Dikkatli ve titiz bir çalışma yaptığını, genel çizgimizi muhafazaya gayret ettiğini görmek beni sevindirdi.
Allah çalışmanı makbul, sa'yini meşkûr eylesin.
Bu vesileyle selam eder, gözlerinden muhabbetle öperim.
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. M. Zeki Duman’ın, uzun zamandır üzerinde çalıştığı Kur’an’ı Kerim’in tefsiri yayımlandı.
“Beyânu’l Hak (Hakkın Beyanı; açıklanması)” adını taşıyan eser, üç ciltten oluşuyor. Kitabın fazla ciltlere yayılmamış olması bakımından, hacim açısından iyi bir tercih yapılmış. Hayatın giderek karmaşık sarsıntıları arasında insanların uzun metinlere yönelmediklerini biliyoruz. Bu açıdan, fazla sayfalara dağıtılan tefsirler, çoğu zaman okuyucuda bıkkınlık meydana getirmekte ve okunmasını engellemektedir. Bu bakımdan, biz bu tefsirin böyle sınırlı bir şekilde yapılmış olmasını isabetli bir karar olarak görüyoruz. Bunun, okunduktan sonra okuyucunun üzerinde bırakacağı müspet etkiden yakın zamanda anlaşılacağına şahit olacağımızı umuyorum. Merhum Hasan Basri Çantay’ın, 1957’de yayımladığı “Kur’an-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm” isimli üç ciltlik tefsiri, neşredildiği tarihten günümüze kadar çok önemli bir boşluğu doldurmuştu. Bu kitabın önem ve özelliğini koruyor olmasına rağmen, bu tarzda yeni tefsirlere ihtiyaç vardı. Çünkü, aradan geçen bunca (50 yıl!) zaman içerisinde Müslümanların olaylara bakışında, yaşama tarzında ve eğilimlerinde önemli değişiklikler oldu. Tefsirler, birazda günün idrakine cevap verebilmek için yapıldığına göre, bu kitabın artık aşılması gerekiyordu. İşte M. Zeki Duman’un eseri, bu ihtiyaca cevap aranan bir zamanda elimize ulaştığı için önem kazanmış bulunmaktadır. Biz, bu kitabı bu öneminden dolayı değerlendirmek istedik.
Dinî hayatımızın ilk başvuru kaynağı Kur’an’dır. Bunun içindir ki, ülkemizde, her yıl ortalama 500 bin adet Kur’an satılmaktadır. Ancak bu kadar insan, aldığı bu Kur’an’ı anlamakta mıdır? Bizce önemli olan, bu soruya bulunacak cevaptır. Genel gözlem şudur: Yaşlanıp elini eteğini dünya işlerinden çekenlerin büyük bir bölümü, ölüm ötesi hayatın korkusunu hissetmeye başlayınca, tek sığınılacak yer olarak Kur’an’ı görmektedir. Peki, aldıkları bu kitap ona bir şey söylemekte midir? Elbette ki hayır!.. Çünkü satılan Kur’an Arapça’dır, bizim insanımız ise bu dili bilmemektedir. Böyle olunca, yılda 500 bin değil, 500 milyon kitap da satılsa, manevî sığınma duygusunun ötesinde, onu alanlar, Kur’an’dan arzu edilen manevî bilgilenmeyi sağlayamamaktadır. Elbet bu, Kur’an’ın bir eksikliği değil, insanımızın o seviyeye çıkamamış olmasının acı veren sonucudur. Bugün bu boşluğu Kur’an mealleri ve tefsirleri bir anlamda karşılamaktadır. Ne var ki, bu da yeterli değildir. Kur’an’ın “Meal sınırları” içerisindeki çevirisinin, onun hedeflediği açılımı veremeyeceği için, faydası konusundaki tartışma devam edecektir. Bana göre, bir Müslüman’ın dinî hayatın bütün unsurlarını bilmesinden sonra “meal”i okumasının kendisine belki bir şey kazandırması mümkündür. Bunu pratik hayatta da görmekteyiz. Yığınla tercüme kitapları var, anlayıp kendisine manevi derinlik kazananlara rastlamak ise yok denecek kadar azdır. Bunun içindir ki, Kur’an-ı Kerim satışındaki patlamaya ve dinî yayınların satışlarının giderek artmasına rağmen, nitelikli Müslüman toplumuna doğru ciddi kıpırdama işareti yoktur… Bunun sebepleri bizce, anlama yetersizliğinden çok, bizi o yetersizliğe sürükleyen idrak zayıflığıdır. İdraki sağlayacak ise, bilgidir… Bilgi’nin olmadığı yerde birçok şey boşlukta kalır… İşte bu tür eserler dini bilgi yönünde açılan yeni ve olumlu kapılardır… Ben, Beyânu’l Hak’ı okuyunca böylesine olumlu bir sonuca vardım ki, işin bizce önemli yanı da burasıdır; Eserin niteliği de burada ortaya çıkmaktadır… Buna rağmen, böyle bir eseri meydana getirmenin zorluğu yanında, toplumun bunu hazmı kolay olacak mı? Bence işin önemli yanı burasıdır. Yazar da bunun farkındadır:
“İlahi nitelikleri sebebiyle Kur’an’ı bir başka dilde tam manasıyla ifade etmek mümkün olmadığı gibi, “Bir sözün manasını diğer bir lisanda dengi bir tabir ile aynen ifade etmek” anlamına gelen tercümesi de işin tabiatı icabı mümkün değildir.” (Beyânu’l Hak, c.1. s.10.)
Bu ifadeyi besleyen bir ayeti de zikreder:
“Eğer Biz onu yabancı dilde bir Kur’an yapsaydık: “Hiç olmazsa ayetleri genişçe açıklansaydı ya! Bir Arab’a yabancı dilde bir Kur’an indirilir mi?!” derlerdi” (Fussilat,41/44)
Bu ifadeler, yukarıda bizim de üzerinde durduğumuz gibi, Kur’an’ı tercüme ile vermenin yetersizliğinin ifadesi olarak dikkate alınması gerektiğini göstermektedir. Ki; bu görüşe katılıyoruz. Zaten tefsir ihtiyacı da burada ortaya çıkmaktadır. Yeterli dini bilgi ile donanmamış toplumumuzda, hatta belki bu tefsirin bile daha genişine ihtiyaç duyulabilecektir. Ancak, Dr. Duman’ın “Tefsirlerin ihtiyaçtan fazla bilgilerle uzatılmış olmaları; dolayısıyla Kur’an’ın bütün halinde ve tam olarak anlaşılmama sorunu” oluşturmasından dolayı geniş tefsirler için takındığı tavrı bu noktada haklı buluyoruz. Bunun haklılığının dayanması gereken önemli bir husus daha vardır; belki yazar böyle bir çalışmayı yaparken düşünmemiş olabilir ama, bence bunu da dikkatten uzak tutmamak gerekecektir: Batılıların; müsteşrik, misyoner ve Batı’da Müslümanlığı seçen aydınların, daha güvenli ve daha doyurucu ama geniş olmayan bu tür tefsirlere duyacağı ihtiyaç… Bugün Batı’da bu üç zümrenin ittifak ettiği bir husus vardır: Kur’an’ın tercümesinin, bizde olduğu gibi, Batı’da da anlaşılır olmaması…Tefsir için durum böyle değildir. Çünkü kelimelerin lügat manası ile, Kur’an’da seçkin ifade olarak kullanılan ıstılah manası bazen çok farklı sonuçlara götürebilmektedir. M. Zeki Duman da buna da işaret eder; “Kur’an Türkçe’ye ya da başka bir dile ancak geniş açıklamasıyla nakledilmelidir. Kur’an’ın tafsilatlı açıklaması yapılmadan başka bir dile çevrilmesi faydadan çok zarar getireceği söylenebilir. Nitekim her dildeki Kur’an çevirilerinin ya da meallerinin okuyucuyu tatmin etmeyişinin, hatta ye yer fahiş denilecek hatalar içermesinin en bariz nedeni, böyle bir yöntem sorunu olabilir” ( c.1. s.10.) Bizim yukarıdaki kaygımızın bir bilim adamının ağzıyla gerçeğin ifadesi olarak söylenmesi, aklın yolunun tek oluşunun sonucudur.
Böyle bir genel değerlendirmeden sonra, bu kitabın dini bilgilendirme çabamıza getirdiği yeni yöntemlerden de söz etmede fayda vardır: Öncelikle ayetlerin inzal sebepleri anlatılmaktadır. Böyle bir metot genelde yaygın olsa da, bugüne kadar bunlar oldukça sınırlı tutulmuş ve böylece ayetlerin inişini hazırlayan ortamdan okuyucu yeteri kadar haberdar olamamıştı. Müfessir, bu problemi ortadan kaldırıyor ve iniş sebeplerini genişçe açıklayarak ayetlerin sosyal altyapısını böylece daha sağlıklı bir şekilde takdim etmiş oluyor. Burada önemli olan husus şudur. Bu ayetlerin inişine sebep olan olaylar o sırada yaşanmasaydı, bu ayetler acaba inmeyecek miydi? Yazar elbette böyle bir ihtimal üzerinde durmuyor. Bu bizim belki de aykırı bir yaklaşımımız olarak düşünülebilir. Bence gerçekliğe yaklaşmak için bunları bilmemizde fayda vardır. Bana göre, bu ayetler yine inerdi ve Allah Teala, bu ayetlerin bir ışık olarak üzerimizdeki manevi varlığını murat etmiş ise, bu olaylar zincirini oluşturacak insan iradesini de yönlendirecekti. Böyle bir yaklaşımı dikkate aldığımız zaman iniş sebeplerin önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Dr. Duman, Tefsirde bu metodu yerine oturtmak suretiyle işe daha güvenilir bir kapıdan girmekte ve hatta bununla da yetinmeyerek, “ o sureyi okuyucuya tanıtmak ve dikkatlerini surenin tarihi bağlam ve anlamı üzerine teksif etmek maksadıyla surenin tarihi/kültürel arka planını” da dile getirmektedir. Bunun arkasından ayetlerin mealleri verilmektedir. Mealler, genelde elimizdeki diğer meallerden farklı değil. Burada onları farklı kılan tefsire açılan kapı olarak gördüğümüz ayetlerin izahına yönelişi sağlayan numaralar sonrası açıklamalardır. Bu mealler içerisinde ıstılah manalarına rakamla not düşülüp “Tefsir” ara başlığı altında, bunların açıklamaları yapılmaktadır. Böylece, Kur’an’ın bizce anlamada zorlanacağımız o gizli derinliklerine doğru sağlıklı bir yolculuğa kapı açılmış olmaktadır. Bu eser, sadece böyle bir yeniliği ve orijinalliği ile farklı bir çalışma olarak anılmaya değecektir.
Bu kitaptaki yenilikler elbette sadece bununla sınırlı değildir. Dr. Duman “Önsöz”ünde bu konudaki farklılıkları 22’ye çıkarmakta ve bunları teker teker açıklamaktadır.
Biz, yazının hacmini aşmamak için bunu meraklısına kitaptan okumasını teklif ederek bu konuyu geçmek istiyoruz.
Şu kadarını söyleyelim: Dikkatli bir okuyucu bir tefsiri okuyup bitirdiği zaman,Kur’an’dan hareket ederek, genel hatlarıyla, İslam tarihi, hatta dinler tarihi, İslam’ın ibadet ve muamelatına ait ana kaideleri, İslam dinin pratik birçok temel kaide ve kurallarını sağlıklı bir şekilde öğrenmiş olur…
Böyle bir kazanç, tefsirden beklenenlerin çok ötesinde bir zenginlik olarak algılanmalıdır. Bizce, bu tefsiri farklı ve aranılır yapacak olan da bu tarafıdır. Türkiye’deki gelişim ve değişmeleri hesaba kattığımız zaman, çok geç kalınmış bir hizmet olarak bu kitabı takdir etmemek mümkün değil. Ben ciddi bir eksikliği sadece “indeksi”nin olmamasında görüyorum. Belki kitabın hacmini büyütecekti ama eseri çok daha farklı bir konuma taşıyacaktı. Yazar’dan yeni baskılarda böyle bir talebi dikkate almasını umuyorum, yazarı ve yayınevini kutluyorum…
Mustafa Oktay GAMGA
Selamun aleyküm.
Hocam, inşaallah sağlık, sıhhat ve afiyettesinizdir.
Görüşmeyeli bir hayli zaman oldu.
Yeni eseriniz, tefsiri aldım, inceliyorum. Bu çalışmanızdan dolayı sizi tebrik eder, Allah'tan hayırlı ve uzun ömürlerle başarılı çalışmalara imza atmanızı ve bu vesileyle tecrübelerinizden müstefid olmayı dilerim.
Hocam, sizi talebelik yıllarından itibaren müşahhas olarak ve eserlerinizden az çok tanıyorum. Fakat
yeni çalışmanızda sizi daha bir olgun ve daha temkinli, gerçek bir ilim adamı hüviyetinde gördüm. Eskiden beridir takdir ettiğim bir şahsiyettiniz.
Ama bu çalışmanız bambaşka bir karakter yapısı izlenimi uyandırdı bende.. Belki de eserin ilerleyen sahifelerinde bu durum daha bir
kendini gösterecek.
Hocam, inşaallah vechen bi vechin görüşmek ümidiyle...
Tekrar selam, tebrik ve takdirlerimi sunarım.
Allah'a emanet olun
Abdullah Levent Aydoğan
İnş.Yük.Mühendisi-Ankara
Sayın Hocam, Ben 49 yaşında Allah'ın lütfu sayesinde 2001 yılında islamla tanışmış bir insanım. Aslında entellektel sayılabilecek bir insanım.Fakat islam dini ile tanıştıktan sonra onun bana verdiklerini kimsenin veya hiçbir şeyin bana veremeyeceğini anladım. Neyse size yazmaktaki amacım geçenlerde bir tefsir kitabı araştırmaktaydım. Sonra Fecr yayınlarında internette- sizin kitabınız dikkatimi çekti. Ve kitabı aldım.10 gündür okumaktayım.Ve çok da isabetli bir karar verdiğimi anladım. Sayın hocam tefsirinizi çok beğendim. Ve şimdiden bir çok şey öğrenmeye başladım. Bu kitabı hazırladığınız için Allah sizden razı olsun. Çok teşekkürler.
Mehmet DERİ
Eğitimci, Araştırmacı-Yazar
Her şeyden önce böylesine kıymetli bir eseri telif ettiği için muhterem Mehmet Zeki Duman Bey'i tebrik ediyor, başarılarının devamını diliyorum. Tefsirle ilgili mütâlalarımı belirtecek olursam:
*Konuların sade ve akıcı bir dil ve üslûbla, okuyucuyu sıkmadan anlatılması, eserin rahatlıkla okunup anlaşılmasını sağlamaktadır.
*Eserde yeri geldikçe aktüel, bilimsel ve evrensel, olaylara, konu ve bilgilere değinilmiş, böylece okuyucunun aktüel,bilimsel ve evrensel hakikatlerden haberdar olmasını sağlanmıştır.
*Eserde, klasik tefsirlerden yararlanılmış olmakla birlikte, eser "İbn-i Kesir'in çağdaş bir versiyonu" niteliğini taşımaktadır.
*Her cildin sonunda, o ciltteki kelime ve kavramların yer aldığı lügatçe/sözlükçe eklenmiş,o ciltteki kelime ve kavramların sözlük anlamları, Arapça yazılışları ve Türkçe okunuşları birlikte verilerek tefsirden mana yönünden en iyi şekilde yararlanılması sağlanmıştır.
* Ayet mealleri mümkün olduğunca Türkçeye yaklaştırılarak/yakınlaştırılarak, gerekli görülen yerlerde açıklama ve izahlar yapılmış ve bu konuda Türkçenin zengin imkanlarından en iyi şekilde yararlanılma yoluna gidilmiştir.
*Klasik tefsirlerdeki "parçacı/atomist" yaklaşım yerine, ayetlerdeki siyak-sibak(konteks-bağlam) ilişkisi göz önüne alınarak, ayetlerin "anlam ve konu bütünlüğü" sağlanmıştır. Bu durum, eserin daha iyi ve daha somut anlaşılmasına imkan sağlamıştır.
*Piyasadaki tefsirlerin genellikle 5-10 cilt, hatta daha fazla ciltte olması okuyucuyu sıkmakta, bu durum ise tefsirlerden ararlanılmasını
güçleştirmektedir.Elimizdeki bu eser ise, Kur'an'ı kısa ve özlü bir şekilde -3 cilt halinde- açıklamakta ve okuyucunun istifadesine sunulmaktadır.
Gerekli görülen yerlerde okuyucuya tatmin edici / doyurucu açıklamalar yapılmakta, okuyucuyu sıkan gereksiz açıklamalardan
kaçınılmaktadır.
*Bugüne kadar tefsirlerde ele alınmayan tefsir yöntemi(uygulamalı metod bilgisi) bu eserde, derli toplu olarak ele alınmıştır. Böylece okuyucunun tefsir bilgisine ve bilincine/nosyonuna sahip olması amaçlanmış, bu durum eserin anlaşılmasını kolaylaştırmıştır.
*Eserde "tefsir" ile "tevil" arasındaki fark belirtilerek okuyucuya Kur'an semantiği ve Kur'an'ın anlam yapısı hakkında bilgi verilmiş, böylece eserin daha iyi anlaşılması sağlanmıştır.
*Kur'an'ın temel gayesi; insanları hidayete kavuşturup hüsn-ü ahlak sahibi ve âdil bir toplum yapısını inşâ etmek; böylece İslam ümmetinin insanlık için çıkarılmış en hayırlı ve en medeni bir toplum olduğu vurgulanmaktadır.
Nitekim insanlık tarihinde de bunun en canlı ve en somut misali Asr-ı Saadet'tir. Eser, bu konuda okuyucuya bir fikir ve de ipucu vermekte, okuyucuyu Asr-ı Saadet'e sadece özlem duyan değil,aynı zamanda Asr-ı Saadet'i yeniden inşâ etme ve yaşama isteği duymasına katkı sağlamaktadır.
Netice itibariyle Yüce Rabbimden müellife hayırlı ve uzun ömürler vermesini diliyor, muhterem müelliften de daha nice hayırlı ve orjinal eserlere imza atmasını yüce Rabbimden niyaz ediyorum.
Emekli Din görevlisi Arif Var
Sayın Prof. Dr. Zeki Duman Bey.
Kardeşim zatıalilerinizin büyük emekler sarf ederek hazırlamış olduğunuz kıymetli eseriniz Beyanul Hak isimli tefsirini emekli din görevli arkadaşlarla büyük bir zevkle okuyoruz. Çok istifade ediyoruz. Allah sizlerden razı olsun. Rabbim yar ve yardımcınız olsun.
Doç.Dr. Necdet ÇAĞIL, ERZURUM.
Sevgili Hocam Prof. Dr. M. Zeki Bey!
Evvelâ, âlicenaplığın ve mihmandarlığın hoş bir tezahürü olarak bizleri Kayseri'de en iyi bir şekilde ağırlamış olmanız sebebiyle, size ve fakültenizin değerli mensuplarına can u gönülden şükranlarımı sunarım. Sâniyen, bir hâtıra-yı bergüzâr olmak üzere hediye edip, bizleri taltif buyurduğunuz, hudâpesendâne çalışmanız; Beyânu'l-Hak nâm eserinizden ötürü sizleri tebrik ediyor, sayinizin meşkür, keşfiyâtınızın müzdâd olmasını Cenâb-ı Lem Yezel'den niyaz ediyorum! Gerçekten bu güzelim emek mahsülünüz, Cenâb-ı Hakk'ın bir lütf u keremi olarak dünyada sizin için bir yâd-ı cemîl, ahrette de vesîle-i necât olacaktır inşâllâh! Girizgâhta sunduğunuz o güzel mukaddimenizden burcu burcu samimiyet, itiraf-ı acz, tevfîk-i ilahî ve ihsân kokuları gelmekte olup, bu sizi daha da bir güzelleştirmiş. Görüyorsunuz değil mi hocam; O'nun bize olan ihsan ve in'âmının hesaba gelir bir yanı var mı? Şükürler olsun ki, yıllarca emek verip sayettiniz ve bugün sayiniz görülüyor işte. Gerçek ücretinizi ise,inşallah Cânân Yurdu'nda alacaksınız. Sizleri tekrar tebrik eder, saygılarımı sunarım.