DİNİMİZ AYNI ZAMANDA MİLLİ KİMLİĞİMİZDİR
Prof. Dr. M. Zeki Duman*
Konuya Hucurat suresinin on üçüncü ayetiyle başlamak istiyorum. Bu ayette Allah Teala tüm insanlara hitap ederek şöyle seslenmektedir:
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık; birbirinizi tanıyasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık… Hiç şüphesiz, Allah katında en değerliniz, Allah’a karşı gelmekten en fazla sakınanlarınızdır. Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.”
Bu demektir ki, bilim ve teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, iletişim ve ulaşım vasıtaları ne ölçüde yolları kısaltırsa kısaltsın, Dünya ne derecede küreselleşir ve ortak kullanım alanı haline gelirse gelsin; hatta çifte vatandaşlıklar ortak kabul görürse görsen… hiçbir zaman köksüz, milliyetsiz ve beynelmilel denilebilecek bir insan tipinin oluşması /oluşturulması mümkün değildir; şayet oluşturulmuşsa, o, mutlaka asimile edilmiş, yani asli kimliği tamamen kaybettirilmiş; kimliksiz ve kişiliksiz bir kişidir. Böylesi kişiler içinde bulundukları toplumlar içerisinde en iyimser bir ifade ile ancak “muhacir” olarak kabul görür; hiçbir zaman asli vatandan olarak tanınmaz. Zaman zaman söylendiği gibi, dünyalı olmak, dünya insanı olmak; “Dünya küçük bir köydür, biz de o köyün insanlarıyız.” denilemez. Çünkü realite buna izin vermediği gibi, Yüce Yaratıcımız Allah da bu konudaki ilahî yasasını ezelde belirlemiştir: “Biz sizi (...)milletlere ve kabilelere ayırdık...”
İlahî ve değiştirilemez bir yazgıdır; geçmişte olduğu gibi, bugün de yarın da her insan, mutlaka bir millete, bir kabileye ve bir aileye mensuptur... Bu, fıtri bir kanundur ve insanlık tarihi boyunca hep böyle gelmiş ve böyle devam edecektir. Tıpkı her birimizin, isteğimize bağlı olmaksızın, belli bir coğrafyada belli bir ırktan, belli bir anne ve babadan, belli bir fizyonomide dünyaya getirildiğimiz gibi…
Ayetteki önemli ikinci husus, milletlere ve kabilelere bölünmüş olmanın, kesinlikle ırkçılık, ulusalcılık, üstünlük iddiasında bulunarak TEFAHUR için değil, TEARUF; yani sıla ve tesanüd /dayanışma için olduğudur.
Zira ırkçılık gayretiyle atalarıyla övünmek dinimiz açısından hoş karşılanmaz. Resulüllah (s.a.v.) Bir hadisinde: “Arab’ın Arap olmayana… hiç bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvadadır.”; “Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem ise topraktan yaratılmıştır. Atalarınızla övünmeyi bırakın!” buyurmuştur. Allah Teala da Bakara suresinde iki defa: “Onlar bir ümmet idi, gelip geçtiler; onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da sizedir. Onların yaptıklarından siz sorumlu tutulmayacaksınız!” buyurmuş ve ırkçılık, kabilecilik, bölgecilik, aile taassubu gibi tahkir edici, bölücü, kamplara ayrıştırıcı ve birbirine düşman kılan her türlü cahiliye taassubunu; onlara benzeme çabası olmaksızın /kuru kuruya övünmeyi anlamsız bulduğunu söylemektedir.
Tearuf ise, tanışma, bilişme, icabettiği zaman birbirlerinin hak ve özgürlüklerini savunma, yakınlık derecesini bilerek dayanışma anlamındadır. Milletler, kabileler, aileler ve fertler arasında elbette bir üstünlük söz konusu olacaktır; o da fıtrattan değil, fıtratın da etkisiyle sonradan elde edilen insanî /imanî kazanımlarladır. Diğer bir ifade ile, sadece Allah’a kullukta, varlık alemine hizmette; yani “takvada”dır…
Cenab-ı Allah, Kur’an’da, Ehl-i Kitap’tan; özellikle Yahudilerin değişmez karakterinden ve bazı insanlık dışı özelliklerinden bahsettikten sonra müminlere, dünya hayatındaki üstünlük yarışında asıl hedefi şöyle belirlemiştir:“Her kesin yöneldiği bir kıblesi/hedefi vardır. Siz her şeyde en iyiye erişmek için /hayrat yarışınız! Her nerede olursanız olun, Allah sizi bir araya getirecektir! Muhakkak ki Allah her şeye güç yetirir.”
Bu ayette söylenmek istenen şu olmalıdır: Her toplumun Kâbe gibi ibadet esnasında yöneldiği bir yönü vardır. Veya Hak’tan sapan her şahsın ya da toplumun, Kâbe yerine koyduğu, hayatı boyunca tapındığı ve ondan başkasını görmediği bir kıblesi, erişmek istediği bir hedefi vardır. Kimi materyalisttir mala, servete ve maddeye tapar; kimi kadına, eğlenceye ve içkiye düşkündür; kimi de unvan, makam, şan ve şöhret peşindedir... Ecdadımız Osmanlı misali, kimi de vardır Halka hizmeti Hakk’a ibadet bilir ve “ila-i kelimetillah /Allah’ın adını yeryüzünde yaymak” için çalışır. Çünkü “Herkes ‘karakterine/şakile göre iş yapar.” Siz, ey Müminler, Allah’a, O’nun rızasına ve yönelttiği kıbleye yönelin, ihlâs ile Allah’a ibadet edin ve her işte; itikadda, ahlâkda, adalette, hukuka saygıda, sosyal ilişkilerde; ilimde, sanatta, edebiyatta; ekonomide, ticarette vs. en iyiye ulaşmak için birbirinizle yarışın! İşte, takva ile elde edilecek üstünlük, bu rekabet sonunda erişilen böyle bir üstünlük olmalıdır… Zira Resulüllah (s.a.v.) buyurmuştur ki: “Hiç şüphesiz Allah, yaptığı işleri itkan ile /mükemmel yapar, kullarından da işini zamanında ve olması gerektiği biçimde sağlam ve güzel yapanları sever.”
Tearüf’ün bir anlamı da sıladır. Biliniyor ki, İslâm’da sıla-i rahim /yakınları görüp gözetmek dinin temel ilkelerinden birisidir. Yüce Allah her mümine “Adaleti, karşılık beklemeksizin iyilik etmeyi ve akrabayı görüp gözetmeyi emretmiştir…” Hiç şüphesiz bu yükümlülük, insan olmaktan öte, Allah’a ve Ahiret gününe iman etmenin de bir gereğidir. Anne ve baba başta olmak üzere, en yakınından başlamak şartıyla gittikçe açılarak yeryüzündeki tüm yakınları tanımak, akrabalık bağını sağlam tutmak, icap ettiği zaman onlara elvermek; maddi ve manevi her türlü ihtiyaçlarını karşılamak dinde yeri ve mesuliyeti olan bir görevdir.
Dini boyutunun yanında insanlık vasfıyla da ilgili olan bu görevin /tearuf’un pek yakında, uluslar arası düzeyde bir örneğini Türk milleti olarak hep birlikte yaşamış bulunmaktayız. Hatırlayalım. 1990’lı yılların başlarında SSCB dağıldığı zaman o birlikten 13 Türk devleti zuhur etmişti. Buna en çok bütün halinde milletimiz sevinmişti. Tabiî olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Hükümeti onlarla yakından ilgilendi. Siyasiler, Ekonomistler, Eğitimciler ve Sosyal Bilimciler bir an önce devletlerini kurup kendi ayakları üzerinde durabilmeleri için imkân ölçüsünce bu toplumlara her türlü yardım ve destekte bulunmuştu. Bu ilgi belli alanlarda ve gelişen boyutlarıyla halen devam etmektedir. Aynı zamanda Çeçenistan’la Rusya arasındaki bağımsızlık savaşı başlamıştı. Millet olarak Çeçenlere de aynı şekilde ilgi gösterilmiş ve gerekli yardım yapılmış idi... Fakat Türk Milleti içerisinde, özellikle Çerkezler, Çeçenlere daha yakın ve daha candan ilgi göstermekte idiler. Çünkü bunlar din ve soy kardeşi olmanın ötesinde kavim kardeş idiler… Yine hatırlayalım, bu hadiseden önce 1974 yılında Kıbrıs’da yapılan bir darbe sebebiyle T.C. Devleti, derhal Kara, Deniz ve Hava kuvvetlerini göndererek Kuzey Kıbrıs’da yaşayan soydaşlarını ve topraklarını savunmuş, düşmanlarına ezdirmemişti… İşte İlahi yazgıda milletlere ve kabilelere bölünmüş olmanın amacı budur, İslâm’daki TEARUF’un Uluslar Arası Boyutu da böyle olması gerektiği kanaatindeyiz…
Biliniyor ki, milletleri millet yapan ve birbirinden ayıran temel öğe, her birinin kendisine özgü milli varlığı; dini, dili, târihi ve ortak kültürüdür... Bunlardan her birisi, özellikle Müslüman Türk Milleti için ayrı bir değerdir. Öncekilerin tabiriyle lazım-ı gayr-ı müfarıkıdır…
İbn Haldun’un da tespit ettiği gibi, milletler de, insanlar gibi doğar, gelişir ve ölürler. Milletlerin de kendilerine ait belirlenmiş bir ömürleri ve ömürlerinin sonu anlamına gelen bir de ecelleri vardır. Hiç şüphesiz insan ömrü gibi, milletlerin ömürlerinin uzayıp kısalması; diğer bir ifade ile nicelik ve niteliği de kendi iç dinamikleriyle yakından ilgilidir… Allah Tealâ bu yasayı Kur’an’da şöyle açıklamıştır: “Her insanın...” olduğu gibi, “Her milletin de sınırlı ve belli bir ömrü vardır. Ömrü tamam olup eceli yetince, artık o milletin dünya sahnesinden çekilmesi ne bir an geciktirilir ne de öne alınabilir!”
Kuşkusuz insanlık tarihi boyunca, dünya sahnesinden pek çok millet gelip geçmiştir. Kiminin ömrü çok kısa olmuş, kimi varlığını bir asır bile sürdüremeden yok olup gitmiş, kimileri ise, Endülüs Emevî Devleti örneğinde olduğu gibi yedi asır varlığını sürdürmüştür. Bizim milletimiz ise, yaklaşık üç bin yıllık tarihinin, İslam’la müşerref olduğu son bin yılında yeryüzündeki egemenlik savaşını asırlarca devam ettirmiş, hiçbir zaman boynuna altın lale geçirilememiş olarak halen; hem de güçlü ve etkin bir biçimde varlığını sürdürmektedir...
Tarih ve Sosyoloji bilimlerinin de ifâde ettikleri gibi, her millet, ancak millî kimlik ve karakterini koruyabildiği ölçüde varlığını devam ettirebilmiştir... Milletlerin uzun ya da kısa ömürlü olmaları Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanmıştır:
“Bir toplum, kendi özünü /içindekini bozup değiştirmediği sürece Allah, hiçbir toplumu bozup değiştirmez.” Bu evrensel yasanın Kur’an’daki İslam öncesi dönemde örneği Mekke halkıdır. Şöyle ki:
“Allah, güven ve huzur içerisinde olup rızkı kendisine her taraftan bolca gelen bir beldeyi size (ibret amacıyla) misal göstermiştir. Burası (halkı) Allah’ın nimetlerine nankörlük etti. Allah da onlara yaptıkları sebebiyle açlık ve korku gömleğini giydirip her ikisinin de sancısını onlara tattırdı. Ant olsun ki onlara içlerinden bir de elçi gelmişti. Ama onlar onu yalanladılar, bu yüzden hak ettikleri azap da kendilerini zalimler olarak yakalayıverdi.”
Mekke halkı, ayette tavsif edilen böylesi beldelerden biridir. Çünkü arazisi dağlık, taşlık olduğu için ziraata elverişli olmayan bu şehrin insanları, geçimlerini “Haram ayları”, Kâbe; özellikle Allah’ın orada var ettiği güvenlik sebebiyle buraya hac ve ticaret amacıyla gelen yabancıların bıraktıkları mal ile sağlıyorlardı. Günümüz İsviçre’sinde olduğu gibi , tüm sermayeleri “güven” idi… Onlar da bu İlahi sermayenin farkında idiler: Ayrıca Mekke halkı, taşradan gelen ve velinimetleri olan misafirlerine göstermek durumunda oldukları iyi bir ev sahipliği neticesinde gittikleri her ülkede; bilhassa ticaret seferlerinde hep “Ehl-i Beyt” unvanıyla itibarlı kimseler olarak saygı ile karşılanıyorlardı. Üstelik Yüce Mevla onlara içlerinden seçkin bir insanı da peygamber olarak göndermişti. Fakat onlar Mekke halkı olarak kendilerini var eden ve ayakta tutan bu yüce değerin kıymetini bilemediler. O nimetin asıl sahibine nankörlük ettiler; aralarından seçip gönderdiği Peygambere karşı çıktılar, Allah’ın ayetlerini yalanladılar; üstelik inananlara Mekke’de yaşama hakkını bile tanımadılar. Neticede sünnetullah onlara da uygulandı.
Bu konuda sünnetullah şudur: Allah’ın lütfuna ve ihsanına şükür nimetlerin daha da artmasına, nimete saygısızlık ve Allah’a karşı nankörlük ise nimetin ya eksilmesine ya da tamamen elden gitmesine, yani nikmete/intikama sebeptir.
Söz konusu kimseler, önce Bedir savaşında büyük bir hezimete uğratıldılar; 70 ölü, 70 esir ve çok sayıda mal kaybıyla burunları kırıldı ve bölgede itibarları beş paralık oldu. Ardından Hudeybiye antlaşması ile Müslümanlara boyun eğip Mekke’nin kapılarını onlar için sonuna kadar açtılar. En sonunda Mekke’nin fethiyle birlikte bu nankör topluluk tamamen yok olup gitti…
Kureyş’in peş peşe yaşadığı hezimetlerin gerekçesi şu ayet ile veciz bir biçimde açıklanmıştır: “Bilinmelidir ki bir toplum, nefislerindekini değiştirmediği sürece Allah onlara lütfettiği nimeti azap ile değiştirmez! Allah, her şeyi işitir ve her şeyi bilir!”
İbni Kesir bu ayeti şöyle açıklamıştır: “Allah Tealâ diyor ki ‘Ya Muhammed! Kendilerine gönderilenleri yalanlayan müşriklerin Bedir’de başlarına gelenler, kendilerinden önceki peygamberleri yalanlayan ve Allah’ın ayetlerini inkâr eden toplulukların başlarına gelenlerden başkası değildir! Ahlâken kendilerine benzedikleri için onlara uyguladığımız âdetimizi/sünnetimizi bunlara da uyguladık. Çünkü Allah, bir kimseye verdiği nimeti ancak içten içe bozulmaları ve kendisine karşı gelmeleri sebebiyle azaba dönüştürür...”
“Tıpkı Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin tutumu gibi; onlar Allah’ın ayetlerini inkâr etmiş, Allah da onları günahları yüzünden yakalayıp cezalandırıvermişti. Muhakkak ki Allah kudret sahibidir; cezalandırması çetindir!”
Cenab-ı Allah hezimete uğratılan o ve benzeri toplumlara yeniden sesleniyor ve diyor ki:
“Eğer şükretseydiniz, nimetimi size kesinlikle daha da artırırım.”
“Şayet şükredip iman etseydiniz, Allah size ne diye azap etseydi ki!”
Demek ki nimetin zevali nankörlük, devamı ve tezyidi ise şükür iledir... Bugün ilim ve teknolojik gelişmeler sebebiyle yeryüzü gerçekten küçülmüştür. Artık pek çok insan doğduğu ilin sınırları dâhilinde ölmüyor. Hatta deniz aşırı ülkeler pek çok millete mensup insanların birlikte yaşadıkları ortak mekânlar haline gelmiştir... Kimi seyahat, kimi tebdil-i mekân, kimi ilim tahsili, kimi de Allah’ın lütfundan rızkını aramak maksadıyla doğduğu yeri terk edip doyduğu ve etkinliğini koruduğu şehirlere veya ülkelere gitmektedirler… Yeni yerleştikleri insanlarla kader birliği yapmakta ve hayatı birlikte kazanıp birlikte yaşamaktadırlar… Fakat şu gerçek hiçbir zaman değişmemektedir: Her nerede bulunulursa bulunulsun, asimile olanlar hariç, herkes ait olduğu milletin bir ferdidir. Ülkesinin insanıdır. Bulunduğu yerin insanı, asla değildir… Pasaportlar değişse bile Nüfus Hüviyet Cüzdanları kesinlikle değişmemektedir... Mesela ABD’de, Avrupa’da, Orta Asya’da, Doğu’da ve Uzak Doğu’da… Yeryüzünün her tarafına dağılmış olan tüm vatandaşlarımız, biz Müslüman Türk Milletindeniz ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıyız, sözünü gururla söylemektedirler.
Endülüs Emevî Devleti örneğinde olduğu gibi son çağlarda yeryüzünde Müslüman Türk Milletinden başka Müslüman milletler de gelip geçmiştir. Halen mevcudiyetini sürdürmekte olanlar Müslüman Ülkeler var. Fakat hiç birisi Müslüman Türk Milleti kadar uzun ömürlü olamamıştır. Çünkü bizim milli varlığımızla dinimiz İslâm, birbirine nispetle etle tırnak; hatta ruhla beden gibidirler. Birbirinin ayrılmaz bir parçasıdırlar. Osmanlı döneminde Türk denilince İslâm, İslam denilince Türk’ün akla geldiği gibi… Hatta Osmanlı döneminde bir Batılı din değiştirip İslâm’a girdiği zaman onun için “Türk oldu” denildiği gibi... Bu da dinimizle millî varlığımızın birbiriyle ne derece özdeşleştiğini göstermesi bakımından önemli bir delildir.
Şunu da belirtmeliyiz ki, bizim buradaki Türk Milletinden kastımız, Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşunda benimsenip halen devam etmekte olan milli bütünlüğümüzdür. Yani Türküyle, Çerkeziyle, Gürcüsüyle, Lazıyla, Kürdüyle, Arnavuduyla, Boşnağıyla... bütün halindeki varlığımızı kast etmekteyiz… Türk Milletini vücuda getiren Müslüman ve onlara tabi azınlıklar, aynen milli varlığımızla dinimizin birbirinden ayrılmazlığı gibi bölünmez bir bütündürler…
“Müslüman Türk Milletindeniz…” ifadesi özellikli bir ifadedir. Çünkü tarih boyunca Türk Milletine mensup pek çok boylar gelip geçmiştir. Bunlardan Hunlar, diğer adıyla Macarlar, Bulgarlar, Karaîler gibi... Bunların bir kısmı, Türk kimliklerini kaybetmiş ve tamamen asimile olmuş vaziyettedirler. Pek çoğu da tarih sahnesinden tamamen silinip gitmiştir... Müslüman Türk Milletiyse, İslâm öncesi ile birlikte iki bin yılı aşkın süreden beri târih sahnesinde etkin bir biçimde yer almış ve hiçbir millete boyun eğmeden, hürriyetini kaybetmeden kendi özgün kimliğini ve egemenliğini koruyabilmiş seçkin bir millet olarak hala varlığını sürdürmektedir. Orta Asya’daki soydaşlarımız bile 70 yıllık SSCB’nin, bölücü, ayrıştırıcı, değiştirici baskılarına; özellikle din üzerindeki yok edici çabalarına rağmen aynı nedenle Türk kimliklerini koruyabilmişlerdir...
Hiç şüphe yok ki, bizi biz yapan dinimiz, dilimiz, tarihimiz ve bize özgü kültürümüzdür. Biz bu değerlerimizde zaman zaman zaafiyet göstermiş olsak da özünü koruyabildiğimiz için yıkılmadan ayakta durmayı başarmış durumdayız. Bilinmelidir ki, geçmişimizde olduğu gibi, Yerkürenin hangi coğrafyasında ve ne durumda bulunursak bulunalım, bizi biz yapan ve Müslüman Türk kimliğini payidar kılan temel dinamiklerimize sahip çıktığımız ve bunları nesilden nesle sağlıklı bir biçimde ve geliştirerek aktardığımız sürece “Sünnetullah” gereği bu Milletin varlığı, daha asırlarca devam edecektir...
Bizim aileden başlayan din eğitimi politikamızın temelinde, yalnız Yüce Allah’a kul olma ve O’ndan başkasına boyun eğmeme, insana ve onun dışındakilere kulluk ve kölelik etmeme bilinci vardır. Bu bilinç de bize, Kur’an’daki “Temiz Toprak, pis toprak…” metaforunda olduğu gibi, genlerimizde bulunana paralel olarak Yüce Allah’ın şu emrini yerine getirmekle devam ettirilebilir: “Yüzünü, öz benliğini, sâdece Allah’a kul olarak dine çevir! Allah’ın insanları yarattığı ve özünde din olan fıtrî yapını ve kimliğini koru! Bil ki, Allah’ın yaratmasında değişiklik olmaz.”
Sonuç olarak belirtmeliyiz ki, İdeali olmayan toplumların varlığını koruması mümkün değildir. Her millet, ancak ideali kadar büyür. Küçük ideallerle büyük hedeflere varmak imkansızdır. Bir milletin dinini, dilini, tarihini ve kültürünü koruyup yaşatabilmesi, sadece cephede silahlı savunma ile gerçekleştirilemez. Yeryüzünde barışı sağlayabilmek için cephelerde gerekirse savaşmak kaçınılmazdır… Hatta hazarda iken, “gücünüzün yettiği ölçüde”, “caydırıcılığı esas alan” ve “…bilinmeyen düşmana karşı” kuvvet hazırlamak inananlara Allah’ın emridir… Milli kimlik, İslam ahlakı ve ruhu ile yoğrulmamış ilim ve teknoloji ile de korunamaz. Bütün bunlarla beraber millî kimliğin ve idealin korunması, ancak ahlak ve âdab da dahil toplumu var eden özelliklerin tamamını korumayı hedef alan milli bir eğitim politikası ile gerçekleşebilir. Bu eğitim ve öğretim faaliyetlerinde başta aile olmak üzere, eğitim kurumlarının tamamı el ve ideal birliğiyle hareket etmelidirler. İdeal bir eğitim ve öğretim politikası olmadan, aile, okul ve çevre el ele vererek eğitim öğretim görevini tam olarak yerine getirmeden milli kimlik ve birliğin korunması ve nesilden nesle sağlıklı bir biçimde aktarılması mümkün değildir. Muhakkak ki sağlıklı bir toplum için sağlıklı ailelere ihtiyaç vardır. Aile içi eğitim ve öğretimde anne ve babalara, eğitim ve öğretim kurumlarında öğretim kadrolarına önemli görevler düşmektedir.