Prof. Dr. Mehmet Zeki Duman

İSLAMIN ÜZERİNDEKİ BEŞ GÖLGE

1- TEFSİR’İN TEMEL  İLKELERİ ÇERÇEVESİNDE

 KUR’ÂN-I KERÎM’DE  “EHL-İ BEYT *

Prof. Dr. Mehmet Zeki Duman,

 

…انمايُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنكُمُ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرً... “...Ehl-i beyt!  Allah, ancak  sizden pisliği  uzak tutmak ve sizi  tertemiz yapmak istiyor!...” (Ahzab, 33/33)

 

I- GİRİŞ:

A) Tefsir, Te’vil ve Tefsirde Temel İlkeler

a) Tefsir, lügatta açmak, açığa çıkarmak, açıklamak, şerh etmek ve yorumlamak gibi manalara gelir.  Istılâhî manada tefsir, Kur’an’ın lafzını, dilbilimi yönünden şerh /tahlil edip  murat edilen manayı izah etmektir.  Metinde murat edilen mana ya lügavî ya şer’î ya da örfî olabilir; lügavî mana ise ya hakikî ya mecazî ya da temsilî  olabilir...

b) Te’vil , mutlaka tam ve kusursuz bir tefsir faaliyetinden sonra gelen ve devam eden anlama sürecidir; uygulanan eksiksiz ve hatasız bir tefsirden sonra ortaya çıkan lafızdaki mânanın, âyette murad edilen mânâ olmadığı aklî ya da naklî karinelerle açıkça belli ise, lafızdan elde edilen mânâyı, usûl bilgilerine uygun, güçlü ve sağlıklı karinelerle desteklemek şartıyla lafızdan muhtemel olan manâlardan en uygununa döndürmektir.

Tefsir ve te’vil, âyette murat edilen manayı anlamak içindir; aralarındaki en önemli fark, İmam Matüridî’nin de belirttiği gibi, tefsirde kesinlik, yani ‘bu lafızdan murad budur’ şeklinde Allah’ı şâhit kılma durumu vardır; te’vil ise, zann-ı galib ile o metinden elde edilen en uygun mana veya sonuçtur...

Önemle belirtmeliyiz ki, tefsir ve te’vil süreci ancak, “Hakk,”  yani kendi özgün gerçekliğine uygun bir Kur’an tasavvuru oluşturabilecek tefsir şuuruna /nosyonuna sâhip olmakla mümkündür. Biz bu şuuru, “Tefsir’de Temel İlkeler” adı altında şöyle tespit etmiş bulunuyoruz:

c) Tefsir’de Temel İlkeler

1. Tam bir Kur’an tasavvuru geliştirip, sâdece ona inanmadan, Kur’an’ı amacına uygun olarak anlamak ve çağlar ötesine taşımak bizce mümkün gözükmemektedir. Çünkü Kur’an’a dayalı, sağlıklı, her bakımdan etkili ve geçerli dinî, ahlâkî, siyasî ve sosyal tasavvurlar, ancak aslî hüviyetini korumakta olan sağlıklı bir Kur’an tasavvuru ile gerçekleştirilebilir... Kanaatimizce, bugün İslâm dünyasında, farklı islâm’lardan söz ediliyor olmasının, Kur’an-ı Kerim’de yer almamasına rağmen, ‘Kur’an’ diye bir kısım ahâd haberlere dayalı hükümlerin yürürlükte bulunmasının ve Müslümanlar arasında İslâmî bir inanç, düşünce birliğinin dolayısıyla ideâl bir hedefin bulunmamasının en önemli nedeni, aslî hüviyetine koruyan ve bütün Müslümanlarca benimsenen bir Kur’an tasavvurunun oluşturulamamış olmasıdır. Söylemek istediğimiz şudur: Konumu icabı her müfessirin, Allah Teâlâ’nın “Biz onu hakk (aslî hüviyeti) ile indirdik o da hakk olarak (aslî hüviyetini koruyarak) inmiştir”  dediği Kur’an-ı Kerim’in, indirildiği andan itibaren kıyamete dek, Allah’ın muhafazası altında olup  özgün varlığını koruyan ; dolayısıyla değiştirme, bozma, metnine ilâve ve eksiltme yapma gibi tahrifata  karşı korunmuş ; lafzı ve manasıyla birlikte orijinalitesini muhafaza etmekte olan bir Kelâmullah’a inanması şarttır. Efradını câmi ağyarını mâni bir târif ile söylemek gerekirse, her müfessirin: Allah tarafından,  Cebrail vasıtasıyla  Levh-i Mahfuz’dan nakledilerek  yaklaşık yirmi üç yılda Hz. Muhammed’in kalbine  pasajlar hâlinde  Arap dili ile  lafız, mânâ ve beyân  olarak indirilmiş,  Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonra cem edilen İmam Mushaf’ta  yer almış, kuşaktan kuşağa tevatür yoluyla nakledilmiş ve namazlarda okunabilen mu’ciz bir Kur’an bilincine sahip olması şarttır. Müslümanlar arasından üzerinde ittifak edilen Kur’an bu olmasına rağmen, bu şartlardan hemen hiçbirisini havî olmadığı halde, “bu âyetin hükmü mensuhtur”, “bunun metni nesh edilmiştir, ama hükmü bâkidir” veya “bu âyet müteşâbihtir...” denilerek Kur’an gerçeğine aykırı düşüncelerin veya Kur’an dışı kur’anların yürürlükte bulunuyor olması, inançta ve amelde müttefekun aley vasfına sahip bir Kur’an tasavvurunu mümkün kılmayan etkenlerdendir... Sözgelimi, Ehl-i Sünnet açısından sünnet olarak değerlendirilmesi gereken recm  ve rada’  konularının metni mensuh âyete(!) dayandırılması, Şi’a açısından ehl-i beyt ‘in temizliğine ve imamların masumiyetine delil(!) gösterilen ve makalemizin konusu olan âyet buna misal verilebilir.

2. Kur’an-ı Kerim, indiriliş yöntemi, okunuş biçimi ve yönlendirici etkisiyle, tarihî ve kültürel geçmişi olan ve tanıtıcı vasfı cehalet olarak bilinen çok tanrılı müşrik bir toplumdan, Tek Allah’a inanan ve bu inanca uygun bir ahlâkî, hukukî, siyasî ve sosyal düşünce ve yaşayış tarzı geliştirerek her yönden değişmiş gerçek mü’min kimlik ve kişiliğine sahip fertlerden oluşmuş düzeyli bir toplumu, İslâm Toplumunu yaratmış fonksiyonel bir kitaptır. Hem de bütün baskılara, engellemelere, toplumdan dışlayıcı tavıra ve çeşit çeşit işkencelere rağmen, Âlemlerin Rabbi yüce Allah tarafından çağlar ötesine örnek gösterilen; aşırılıkları olmayan, adâlet vasfına sâhip en medenî  ve en hayırlı  bir toplum vücuda getiren bir kitap... Ona, bugün tedavülde olan Tevrat ve İncillere olduğu gibi tamamen nesnel bir yaklaşım ve bakış, aslâ gerçekçi bir yaklaşım olamaz.

3. Kur’an, on üç yılı Mekke’de, on yılı da Medine’de olmak üzere, iki ayrı zeminde ve iki farklı inanç ve hayat tarzını yaşamakta olan muhatapların, güncel ve en öncelikli ihtiyaçlarına cevap olmak üzere pasajlar  hâlinde indirilmiştir. O nedenle her pasaj okunurken, inzal edildiği zaman, zemin; dolayısıyla sosyal ve kültürel bağlamı göz ardı edilmemelidir. Bu konuda, bilhassa rivâyetlerin yönlendirici etkisine kapılmamak için dikkatli olmak şarttır.

Kur’an, aynı zamanda, vahyin kontrolü altında, “Yüce bir ahlâkın sahibi,”  “iyi bir örnek”  ve “âlemlere, sırf rahmet olarak gönderilmiş”  mükemmel bir insanın önderliğinde, tedricî olarak uygulanmış olan, düzeyli bir eğitim-öğretim programını içermektedir. Ona, sâdece bir bilgi ve öğüt kaynağı olarak değil, öncelikle Müslüman toplumun varlık sebebi ve o varlığı sürdürebilmenin vazgeçilemez kaynağı olarak bakılmalıdır. Kur’an, mutlaka kronolojik olarak okunmalı; tarihî ve kültürel bağlamları da göz önünde bulundurularak önce Mekkî sûrelerde uygulanan mü’min kimlik ve kişiliğiyle gerçek insanı inşa eden eğitim ve öğretim programı, sonra da Medenî sûrelerdeki tedricî olarak teşekkül ettirilen kurumlarıyla toplumu inşa eden sistemi tanıma düşüncesiyle yaklaşılmalıdır.

O, indirildiği tenzil  ve okunduğu tertil  yöntemleriyle, pasajlar hâlinde bölüm bölüm ve üzerinde dura dura okunup özümsenerek yaşanmış yasalar, ilkeler ve öğütler içermektedir... Sahih ve sağlıklı tarihî bilgiler eşliğinde hem peş peşe gelen pasajlar arası hem de satır araları titizlikle okunarak sezgi gücüyle, o pasajı Arş’tan Arza çeken tarihî ve kültürel arka plân tespit edilmeye; belki Allah ile, direkt olmasa da, âyetin cevap teşkil ettiği ihtiyaçlar ve ihtiyaç sahipleri vasıtasıyla; ‘ne dediler’ veya ‘ne yaptılar ki, Allah da böyle söyledi’ diyalektiği içerisinde makama uygun sorular sorularak, özgün mânâ anlaşılmaya çalışılmalıdır. Kanaatimizce, indiriliş ve okunuş yöntemine uygun olarak kronolojik ve diyalojik bir okuyuş, Allah’ın da lütfu ile (ilm-i mevhibe /ilhâm) tefsir şuuruna sahip ve zihni bütün bir okuyucuya, murad-ı İlahî’yi kavrama imkânını verecektir.

4. Hz. Peygamber’in, söz, iş ve davranışlarından müteşekkil Sünneti, vahiy değil, ama vahyin kontrolü altında vücut bulmuş hikmet olarak değerlendirilmelidir. Sünnet, aynı zamanda  Kur’an’ın hayata intikal ettirilmiş mükemmel bir pratiğidir. Peygamber’e itaat, Allah’a itaat  olunca, Sünnet’e tâbi olmanın da Kur’an’a ittiba’ olacağı muhakkaktır. Çünkü Kur’an, Hz. Peygamber’in eğitici rehberliğinde hayata uygulanmış ve sahabe, onun örnek kişiliği ve numune-i imtisal olan yol göstericiliği /hidâyeti ile cehâletin ve şirkin kirlerinden arınıp bireysel ve sosyal hayatlarında adâlet vasfını kazanmışlardır...

Ebu Hanife’nin de doğru olarak tespit ettiği gibi, Kur’an’ı anlama konusunda, Kur’an’dan sonra, itiraz edilemeyecek en önemli kaynak, hiç şüphe yok ki, Hz. Peygamber’dir, yani Sünnet ve Sahih Hadis’tir... Sahabe ondan sonra gelir ve gerekirse görüşü Kur’an’a arz edilerek eleştirilebilir.  Ancak, Hz. Peygamber’den gelen hadislerde, genel anlamda bir sıhhat probleminin; sahabenin görüşünde ise, kısmen de olsa, sözü doğru anlama ve ayniyle nakletme meselesinin olduğu da inkâr edilemez bir gerçektir...   O nedenle Kur’an’ı tefsir bağlamında rivâyet edilen hadis, âyetin kendi bütünlüğü, siyak-sibak bütünlüğü ve Kur’an bütünlüğü içerisinde anlaşılan manâsına aykırı ise, böylesi rivâyetler, mutlaka titizlikle tahkik edilmeli, senet ve metin tenkidi yapıldıktan sonra değerlendirilmelidir. Aksi halda, âyetten anlaşılabilen makul mana ahad haberlere feda edilmemelidir. Bu konuda, pek çok örnek olmakla beraber, Nisa sûresinin 15 ve 16. âyetleri ile Nur Sûresinin ikinci ve üçüncü âyetleri arasında kurulan ilişki ve rivâyetlere dayalı klasik tefsirlerdeki maksadını aşan yorumlar örnek verilebilir. Özellikle, âyetteki derin manayı görmeye mani teşkil edecek şekilde tahsis eden rivâyetlere bu imkân verilmemelidir...

5. Bilimsel gerçeğe ve İlâhî hakikatlere ulaşabilmek için “Usûl ve yöntem” diğer adıyla Ulûmü’l-Kur’an” bilgisi şarttır. Kur’an’ı anlamada, eğer bir başarısızlık varsa bilinmelidir ki, öncelikle bilinmesi gereken temel bilgilerin ya yokluğundan ya eksikliğinden ya da yanlışlığındandır. Zira tefsir şuurunu oluşturacak olan doğru bilgiye sahip olunmadan ve bilgiyi doğru kullanmadan hakikate ulaşmak mümkün olmaz. Usûl bilgilerinin başında bütün yönleriyle Dilbilimi gelir ki, bunun Arapça’daki karşılığı Lügat İlmi, Sarf İlmi, Nahiv İlmi, Bediî, Beyân, Me’anî, yani Belağat İlmidir. Çünkü Kur’an, sünnetullah gereği , “Apaçık Arap dili”  ile indirilmiş İlâhî bir kitaptır... Kur’an Târihi, Kur’an İlimleri, Tefsir Usûlü ve Tefsir Târihi de Kur’an’ı anlama konusunda dilden sonra gelen en önemli yardımcı usûl ve yöntem bilgileri ve müfessirde altyapıyı oluşturup onu şuur /nosyon sahibi kılan temel enstrümanlardır.

6. Her kelimenin, ancak bağlamında anlam kazandığı; âyetlerin de siyak ve sibak bütünlükleri içerisinde murat edilen manayı bize taşıdıkları bilinmektedir... O halde âyetlerin, siyak ve sibakıyla birlikte tamamı görülmeden; diğer bir ifâde ile parçacı bir yaklaşımla âyetler bölünerek veya içinden bir kısmı göz ardı edilerek ya da bağlamından koparılarak okunduklarında, indiriliş maksadına aykırı manaların ortaya çıkacağı bilinmelidir!  Her âyette veya onun her cüzünde kastedilen mânâ, ancak indirildiği pasaj ya da o pasajın bir cüzü olan tematik paragraf bütünlüğü içerisindeki mânasıdır. O nedenle âyetler, tarihi ve kültürel bağlamları da göz önünde bulundurularak önce kendi bütünlükleri, sonra siyak ve sibak bütünlükleri içerisinde anlaşılmalı, daha sonra da ortaya çıkan mâna, mutlaka Kur’an bütünlüğü içerisinde yeniden gözden geçirilmelidir.

7. Tefsirde amaç, teker teker kelimelerin sözlük manalarını bilmek değildir; asıl amaç, İslâm’ı doğru yaşayabilmek için “Kelâmullah”ı, onda kastedilen mânâyı anlamak; mümkün mertebe âyetin ruhunu, hedefini keşfedip beşerî takat ölçüsünce murad-ı İlahî’yi kavramaya çalışmak; Hakk ve hakikat bilincine erişmektir. Kalpteki apaçık fitne arzusu, zihinsel ve toplumsal tutkular, şartlanmışlık derecesindeki bâtıl inanç ve önyargılar... Kur’an’ı amacına uygun olarak anlamaya mani sapkınca yaklaşımlardır.  Hakikati görmeye engel teşkil eden mezhep taassubu veya sâdece savunulan fikir perspektifinden bakıp, âyete başka açılardan da bakılabileceğinin düşünülmemesi de  tefsirde amaca ulaşmaya mani yaklaşım bozukluklarındandır. Bilinmelidir ki, “Şahsî görüşlerini, Kur’an’ın getirdiklerini anlamada ölçü kabul eden ve lafızda açık olan manâyı terk edip, Kur’an’ı kendi görüşüne uygun düşecek şekilde açıklayan...”  kimseler de Kur’an’daki hakikate erişemezler... Çünkü, İmam Matüridî’nin ifâdesiyle, “Dil kurallarını, ayetin siyak ve sibakını, sosyal ve tarihi gerçekleri hesaba katmama gayreti, manayı istenilen tarafa çekme ve maksadını aşacak şekilde te’vil etme yanlışlığından başka bir şey olamaz.”  Yani, Allah’ın Kelâmı’nı tefsirde hiçbir ilke tanımayan, siyasî, hukukî, sosyal ve bireysel inanç ve menfaati sebebiyle ön kabullerini, tavizsiz bir biçimde esas alan ve Kur’an’a öyle yaklaşanlar için sorumluluk adına söylenecek hiçbir söz yoktur. Onlar, Hz. Peygamber’in de işâret buyurduğu gibi “kalplerinde sapkınlığa meyli olanlar...”  âyetinin muhatabıdırlar.

8. İmam Gazalî’nin de söylediği gibi, Kur’an, öncelikle dil, metin ve târihsel bütünlükleri içerisinde anlaşılmaya çalışılmalıdır. Bu yapılmadan, salt rivâyetlere ya da müfessirlerin kendilerine özgü kanaatlerine dayalı olarak anlaşılan şey, Kur’an değil, o müfessirin anlayışı ve kültürüdür.  Böyle bir yaklaşım ise, müfessire doğrudan doğruya Kur’an’dan ilham alarak onun özgün ve çağdaş anlamını tespit etme ve İsâm’ı asrın idrakine  söyletme imkânını vermez...

İslâm dünyasında on dört asırdan beri önemli bir kültür birikimini günümüze taşıyan tefsirler, elbette reddedilemez. Fakat, onlar ne Kur’an’dır ne de İslâm!... Kur’an-ı Kerim’in bütün insanlara söyleyeceği, bir asırda ve bütün zaman ve mekânlar için kavranıp ifâde edilmiştir gerekçesiyle, artık tefsir edilmeyeceğini düşünmek, Kelamullah’ı tanımamak demektir.  O nedenle ‘İbnu’l-vakt’ (yaşadığı çağın ürünü) tabir edilen her müfessirin ya da görüş sahibinin âyete verdiği mânâ, onlara dayalı hükümler ve uygulamalar, mutlaka sistemli bir biçimde eleştiriye tabi tutulmalıdır...

Biz, Kur’an’ı, amacına uygun olarak anlayabilmek için, tefsirde göz ardı edilmemesi gereken ilkeleri /yöntemi, keyfî yorumlara imkân verilmemesi için Kur’an’dan misallerle belirledikten sonra, şimdi Anzab Sûresi, 33/33. âyetdeki “ehl-i beyt” kavramının anlamını, bu ilkeler çerçevesinde tespite geçebiliriz. Ancak, şunu da belirtelim ki biz, Kur’an’a ve Hadislere dayandırılarak, hâlen itikadî, ahlakî, hukukî, siyasî yönleriyle tartışılmakta olan “Ehl-i Beyt” kavramının, Hadis İlmi ile ilgili yönünü Hadis Uzmanlarına bırakıp, uzmanlığımız gereği, bu kavramın, anlam yönünden tahlilini yapıp, Kur’an ile ilgisini özgün tefsir anlayışı içerisinde tespit etmeye çalışacağız.

II- “Ehl-i Beyt” (Âl-i Beyt) Kavramının Anlam Yönünden Tahlili

Ehl-i Beyt, İslam’dan önce beytü’l-âlihe tabir edilen, içinde putların bulunduğu Kâbe’den ve içindeki ilâhlardan sorumlu olan kabileye verilen bir isimdir. Daha sonra bu kavramın anlam alanı genişletilerek, dinî anlamının yanında, şehrin savunma ve yönetim işlerini de içeren siyâsî bir anlam da kazandırıldı. İslâm’ın tebliğine  kadarki süreçte, ehl-i beyt veya  ehl-i âlihe ya da ehlullah kavramları, Mekke’de Beytullah, yani “Allah’ın evi” ile ilgili, dolayısıyla Mekke’nin dini ve siyasi hizmetlerini üstlenmiş olan ve hep aynı soydan gelen kabileler için kullanılmıştır.

Ehl-i Beyt kavramı, İslâm’ın başlangıcından Mekke’nin fethine kadar geçen sürede Cahiliye dönemine ait dinî ve siyasî içeriğini korudu. Bu dönemde Ehl-i beyt olarak Ümeyye oğullarının nüfuzu, Mekke fethedilinceye kadar Ebu Süfyan vasıtasıyla devam ettirildi. Müslümanlar, Mekke’yi fethedince orada, dini ve siyâsî otorite, tamamen onların ellerine geçti. Artık bu tarihten itibaren ehl-i beyt kavramının içeriği de tamamen değişti. Zira Mekke fethedilip Kâbe putlardan temizlenince, Kureyş ehl-i beyt olmaktan, “Allah’ın Evi” Kâbe, beytü’l-âlihe olmaktan ve toplu halde Mekkeliler de ehl-i âlihe olmaktan çıktılar. Böylece ehl-i beyt kavramı, cahiliye dönemine âit anlamlarını tamamen kaybetti ve Arap dilindeki aslı olan “ev halkı” anlamına yeniden dönmüş oldu. İslam’ın tebliğ sürecinde, ikisi Mekkî biri Medenî olmak üzere, toplam üç sûrede geçen ehl-i beyt kavramı da, lügattaki aslî anlamında yani, “ev halkı” anlamında kullanılmaya başladı.

Hz. Osman’ın şehîd edilmesi ve ona bağlı olarak gelişen siyasî olaylar, Müslümanlar arasında iç çekişmelere, iç çekişmeler, görüş ayrılıklarına ve bölünmelere neden oldu. İslâm öncesi dönemde Emevî-Haşimi rekabeti ekseninde savaşlara neden olan ehl-i beyt, eskisinden daha şiddetli bir biçimde yeniden gündeme getirildi... Başlangıçta siyasî olarak ortaya çıkan olaylar, daha sonra itikadî, ahlakî boyutlar kazanarak dinî mezheplerin doğmasına neden oldu. İşte bu gelişmelerden sonra “Ehl-i Beyt” kavramına, şiî-sünnî çevrelerde, bir biçimde Kur’an’a ve hadislere de dayandırılarak, daha önce hiç kullanılmayan, oldukça farklı bir anlam kazandırıldı. O günden bugüne Ehl-i Beyt denilince, kimi çevrelerce Hz. Peygamber ve onun ev halkı; kimine göre, sâdece Hz. Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ve onların soyundan gelenler; kimine göre, Hz. Hüseyin’in, İranlı hanımından olma Zeynelabidinin soyundan gelen “on iki masum imam ve onlara tâbi olanlar, kimi çevrelerce de Rasulüllah’ın soyuna mensubiyeti sebebiyle seyyidlik ve şeriflik unvanları anlaşılır oldu...

A) “Ehl” Kelimesinin Lügattaki Anlamları

Ehl-i Beyt: Arap dilinde ‘ehl’ kelimesinin ‘beyt’ kelimesine izafe edilmesiyle oluşturulmuş bir terkiptir. Bu terkip, târihî süreçte birbirinden oldukça farklı manalarda kullanıldığını gördük. O nedenle bu kelimenin sözlük anlamalarının bilinmesine ihtiyaç vardır.

“Ehl” kelimesi ehile / ye’helü / ehlen yadırgamadı, yalnızlığını giderdi, yakınlık hissetti, ünsiyet kurdu, dost oldu; erkek için: ehele / ye’hilü ve ye’hülü ‘ ehlen ve ühulen bir kadınla evlendi demektir.

Ehl (çoğ. ehlûn, ehâlin, eehâlin, ehlâtün ve ehelâtün) müzekker bir kelimedir. Sibevyh, “Ehl”in, “ehlûn” şeklinde çoğul olarak kullanıldığını rivâyet eder.  Aşiret, baba tarafından akrabalar; yakınlar, anlamına gelen bu kelime, izâfet terkibi hâlinde bulunduğunda, izafe edildiği kelimeye göre farklı anlamlar kazanır. Sözgelişi ehlu’r-racül denildiğinde, bir adamın eşi, aynı çatı altında yaşadığı kimsesi, özel yakınları ve akrabaları manasındadır; ehlu’d-dâr da aynı manadadır... ehlu’l-mezhep, kendisini bir mezhebe nisbet eden; ehlu’d-din bir dine göre yaşayan kimse; ehlu’l-beyt, evin sakinleridir.

Ehl kelimesi nisbet manasını da taşıdığı için bir insana nisbet edildiğinde, ehlü’n-Nebiyy gibi, o insanın ailesinden olanlar; bir şehre nisbet edildiğinde ehlü yesrib gibi, o şehirden olanlar; bir ülkeye nisbet edildiği zaman ehlü’r-rum, ehlü ırak gibi, o ülkeden olanlar kast edilmiş olur.  Ehlu’l-enbiya ise, herhangi bir peygamberin ümmeti için kullanılır.

Evcil hayvanlara ehlî hayvan denildiği gibi, insanlara çabuk ısınan, onlara karışıp kaynaşabilme özelliğine sahip insanlara ve aynı köyden olanlara da ehliyyun tabir edilir; insanlardan ve toplumdan uzak olanlara ise vahşi denilir.

 “Ehl” kelimesi duâ cümlesinde: “merhaban ve ehlen” rahat edeceğin ve korku yaşamayacağını bir yere geldin demektir. Ehl, sahip manasına da gelir “el-mülkü lillâhi” /mülk Allah’a aittir, “Ehlüttakvâ ve ehlülmağfira”, yani takva’nın ve mağfiretin sahibi olan Allah... Ehlu’l-emr, ulû’l-emr, emir ve idare sahibi, demektir. “Allah seni cennet ehlinden kılsın” sözü, ‘seni cennete koysun, cennetlilerden eylesin!’ anlamında da kullanılmıştır.

Ehl-i beyt, evin sahibiyle birlikte onun eşi, çocukları, torunları ve yakın akrabalarını da kapsar. O nedenle “Ehlu Beyti’n-Nebiyy” sözünden, Nebi’nin hanımları, çocukları ve yakınları anlaşılır.

“Âl” Arapça’da serap, dağ, dağın çevresi ve çadır direği manasına geldiği gibi; kişinin kendisi, ailesi, dost ve arkadaşları gibi anlamlara da gelmektedir. Bazı âlimler, “Âl” kelimesinin “Ehl” kelimesiyle eş anlamlı olduğu görüşündedirler.

B) Kur’an’da “Ehl” Ve “Âl” Kelimeleri

 Kur’an’da ehl, âl, ve beyt kelimeleri, bir çok ayette terkipler halinde kullanılmıştır. Mesela, “Âl-i Imran,” “Âl-i Ya’kub,” “Âl-i Musa” denildiğinde adı geçen şahsın ve peygamberlerin akrabaları; “ehl-i beyt” denildiğinde İbrahim’in (as.) hanımı, Hz. Musa’nın annesi ve Hz. Peygamberin hanımları; “Ehl-i kitap” tabiriyle kendilerine kitap indirilenler, özellikle Hıristiyan ve Yahudiler; Ehl-i İncil ile sadece İncil taraftarı, onu benimseyen ve ona uyan Hıristiyanlar, “Ehl-i karye” ile de işaret edilen, o köy ya da belde halkıdır.

“Beyt” kelimesi ise, genelde ev ve mesken anlamında kullanılmıştır; Allah’a nisbet edildiği ayetlerde ise beytullah, yani “Kâbe” kastedilmiştir. Kâbe ve Mescid-i Aksa Kur’an’da  “Allah’ın Evi, yani beytullah anlamındadır; “Ve iz ce’alne’l-beyte mesabeten linnasi ve emna”  ayetinde beyt’ten maksat Kabe’dir. “Şüphesiz evlerin en basiti, elbette örümceğin evidir”  ayetinde “beytü’l-ankebut”; “Rabbin arıya (...) ev edin diye vahyetti”  arının kovanı; “Eğer evde kimse yoksa, yine de size izin verilmediği sürece evlere girmeyin!”  ayetinde şahsın evi, yani mesken anlamında kullanılmıştır.

“Ehl-i beyt” terkibi hakkında semantik ve etimolojik açılardan bilgiler verdik. Bu terkibin Kur’an’da kullanıldığı âyetlere geçmeden önce, “Ehl-i Beyt” kavramını değerlendirirken göz önünde bulundurulması gereken temel prensipleri, dolayısıyla tefsir yöntemimizi, özet halinde belirlemekte yarar görmekteyiz. Kanaatimizce, aşağıda tespit edeceğimiz ve pek çok ‘usül’ âliminin de benimsediğini düşündüğümüz şu ilkelere uyulmadan ve onlara dayalı belli bir yöntem uygulanmadan, Kur’an’daki ehl-i beyt kavramını ve hangi amaçla olursa olsun, Kur’an’a dayandırılarak İslâm kültüründe farklı bir kült hâline getirilmiş olan “Ehl-i Beyt Kurumu”nu doğru anlamak ve değerlendirmek mümkün değildir.

C) Ehl-i Beyt Kavramının Kur’an’da Geçtiği Âyetler ve Siyak-Sibak Bütünlükleri İçerisindeki Anlamları

“Ehl-i Beyt” kavramı Kur’an’da, sâdece üç âyette geçmektedir. Bunlardan Hûd sûresinde  İbrahim (as)’ın ev halkı, özellikle hitap hanımınadır; Kasas sûresinde  Hz. Musa’n‎ın hâne halkı, özellikle annesi; Ahzab sûresinde ise,  Rasulüllah’ın (sav), âyetin indiği zaman hayatta olan hanımları kastedilmiştir. Bir de bunlara ilâve olarak Şûrâ ûresinin 23. âyetinin de, bilhassa Ahzab sûresinin 33. âyetindeki Ehl-i Beyt ile ilgili olduğu sanılmaktadır. Bu âyetlerin geniş açılımı şöyledir:

Birinci Âyet

 قَالُواْ أَتَعْجَبِينَ مِنْ أَمْرِ اللّهِ رَحْمَتُ اللّهِ وَبَرَكَاتُهُ عَلَيْكُمْ أَهْلَ الْبَيْتِ إِنَّهُ حَمِيدٌ مَّجِيدٌ   “Dediler ki: ‘Ey ehl-i beyt! Allah’ın işinden ötürü hayret edecek ne var! Allah’ın rahmeti ve berekâtı sizin üzerinizedir. Kuşkusuz O, övülmüştür, şereflidir.”

Görülüyor ki bu kadarıyla âyet, açık değildir. Zira burada kimin, kime ve ne münâsebetle bu sözü söylediği bilinmemektedir. O nedenle âyete, kendi metinsel bağlamı, yani siyak ve sibak bütünlüğü perspektifinden bakmaya ve yeniden anlamaya ihtiyaç vardır.

Metinsel Bağlamı İçerisinde Âyet:

 “Elçilerimiz İbrahim’e bir müjdeyle geldi ve: ‘Selâm’ dediler; İbrahim de onlara: ‘Size de selâm...’ dedi. Sonra çok geçmeden İbrahim, onların önüne kızarmış bir buzağı eti sundu. İbrahim, Elçilerin ellerinin yemeğe uzanmadığını görünce, onları yadırgadı ve içine bir korku düştü. Elçiler, ‘Korkma, dediler, biz Lût’un kavmi için gönderildik.’  İbrahim’in hanımı ayakta durup gülmüştü. Bundan sonra biz onu, İshak ile, İshak’ın ardından Yakup ile müjdeledik. O şöyle demişti: ‘Vah başımıza gelene! Ben yaşlı bir kadın, şu kocamsa ihtiyar olduğu halde ben mi doğuracakmışım!! Bu, gerçekten hayret verici bir şeydir!’ Elçiler dedi ki: ‘Ey ev sahibesi, Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerinizdeyken sen Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Kuşkusuz O, övülmüştür, şanı yücedir...’ İbrahim, korkusu gittikten ve gelen müjdeyi aldıktan sonra Lût’un kavmini bize karşı savunmaya başladı. Çünkü İbrahim son derece halîm, içli ve özü bize dönük idi. ‘İbrahim,’ dediler, ‘onları savunmaktan vazgeç. Zira bu hususta Rabbinin emri gelmiştir artık; onlara karşı durulmaz bir azap kesinlikle gelecektir.”

Bu perspektiften bakıldığında anlaşılıyor ki, İbrahim’e (as) gelen elçiler, iki melek idi. Gelişteki maksatları, o güne dek hiç çocukları olmamış olan İbrahim’i ilerlemiş yaşına, eşi’ni de kısır olmasına rağmen, Allah’ın lütfedeceği bir oğlan çocuğu ile müjdelemekti. Onların müjdesi üzerine İbrahim’in (as) hanımı, içine düştüğü şaşkınlığı gizleyemedi ve elleriyle yüzünü kapatarak “bir çığlık attı... ardından da misafirlere yöneldi ve: ‘ben hiç çocuğu olmayan (akır) yaşlı bir kadınım!? dedi.”  Elçiler ona şu cevabı verdiler:

Âyetteki: “Ey ev sahibesi, Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerinizdeyken sen, Allah’ın işine mi şaşıyorsun?...” dediler. Bu cevaptan da net olarak ortaya çıkıyor ki buradaki, “Ey ehl-i beyt!” hitabının muhatabı, İbrahim’in eşi’dir;  ehl-i beyt’ten maksat da odur.

İkinci Âyet

وَحَرَّمْنَا عَلَيْهِ الْمَرَاضِعَ مِن قَبْلُ فَقَالَتْ هَلْ أَدُلُّكُمْ عَلَى أَهْلِ بَيْتٍ يَكْفُلُونَهُ لَكُمْ وَهُمْ لَهُ نَاصِحُونَ. “Biz, başka kadınlardan emmesini Musa’ya, önceden yasak etmiştik. Durumu uzaktan takip etmekte olan kız kardeşi, Firavun ailesine yaklaştı ve: ‘o çocuğu sizin için emzirmeyi tekeffül edecek bir ev halkına sizi götüreyim mi? Onlar ona çok iyi bakarlar’ dedi.”

Dikkat edilirse, âyetteki zamirlerin mercii belli değildir; o nedenle süt annelerin kime haram kılındığı, “o çocuğu sizin için emzirmeyi tekeffül edecek bir ev halkına sizi götüreyim mi?” diyenin kadının kimliği ve işâret edilen ehl-i beytin kim olduğu âyet bütünlüğü içerisinde açık değildir. Bu kapalılıkların giderilebilmesi için  bu âyetin de metinsel bağlamını yakından tanımak mecburiyeti vardır.

“Biz Musa’nın annesine: ‘Çocuğu emzir, öldüreceklerinden korktuğunda onu bir sandık içerisinde  Nil nehrine bırak ve sakın korkma ve üzülme de; çünkü biz onu sana geri döndürecek ve elçilerimizden biri yapacağız,’ diye vahyettik.  Firavun âilesi, ilerde kendilerine düşman ve üzüntü kaynağı olacak bebeğe rastlayıp nehirden çıkardılar. Muhakkak ki Firavun, Hâmân ve orduları, o anda hata etmekteydiler.  Karısı Firavun’a dedi ki, ‘bu çocuk ikimize de bir sevinç kaynağı olabilir, onu öldürme! Belki bize fayda verir veya onu kendimize çocuk ediniriz.’ Halbuki onlar olacakların farkında bile değillerdi.”

“Musa’nın annesi geceyi, kalbi bomboş olarak geçirdi.  İnananlardan olsun diye şâyet kalbini sağlam tutmasaydık, nerdeyse onu kendisi ifşa edecekti!  Ablasına da, kardeşini takip et, demişti. O da, kimseye sezdirmeden kardeşini uzaktan gözetlemekteydi. Biz Musa’ya süt emzirecek kadınları önceden yasaklamıştık...  Ablası, ‘onu sizin için emzirmeyi tekeffül edecek bir ev halkına sizi götüreyim mi? Onlar ona iyi bakarlar,’ dedi. Biz, gözü aydın olsun, üzülmesin ve Allah’ın vaadinin gerçek olduğunu bilsin, diye Musa’yı annesine geri döndürdük. Fakat onların çoğu bu gerçekleri  bilmezler.”

İki paragraf hâlinde meallerini naklettiğimiz bu pasajdaki âyetlerden anlaşılıyor ki, Musa’yı Nil nehrinde tâkip eden ablasıdır. Firavun âilesine: “Onu sizin için emzirmeyi tekeffül edecek bir ev halkına sizi götüreyim mi?” diyen de odur. Ablasının işâret ettiği ehl-i beyt ise, Musa’nın annesidir. Zira “Böylece biz, onu, gözü aydın olsun, gam çekmesin ve Allah’ın vaadinin gerçek olduğunu bilsin diye annesine geri çevirdik...”  âyeti de bunu doğrulamıştır.

Üçüncü Âyet

إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنكُمُ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا  ... “...Ey ehl-i beyt! Allah, ancak pisliği /ricsi sizden uzak tutmak ve sizi  tertemiz yapmak istiyor!”

Pek çok müfessirin “Ehl-i Beyt” kavramını tartışırken delil olarak gösterdiği metin, 33. âyetin, sâdece bir kısmıdır; o da bir sonuç cümlesi niteliğindedir... Âyetin bütünü, hatta metinsel bütünlüğü nazar-ı itibara alınmamıştır! Bu durumda, ilk iki âyette olduğu gibi, bu âyette de doğal olarak, kendilerine hitap edilen kimseler ve kastedilen asıl mânâ kapalı kalmaktadır. Bağlamından kopartılmış her metne, elbette istenilen mânâ verilebilir; ancak, iyi bilinir ki, bu şekilde verilen mânânın, asıl söz sahibinin, o metindeki muradını yansıtmayacağı açıktır. O nedenle biz, önce bu 33. âyetin tamamını görüp tanımak zorundayız!

وَقَرْنَ فِي بُيُوتِكُنَّ وَلَا تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الْأُولَى وَأَقِمْنَ الصَّلَاةَ وَآتِينَ الزَّكَاةَ وَأَطِعْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنكُمُ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا “Evlerinizde oturun, eskiden cahiliye dönemindeki gibi dikkat çekecek biçimde süslenip yıldızlaşarak sokağa çıkmayın, namazı ikame edin, zekatı verin, Allah’a ve Elçisine itaat edin! Ey ehl-i beyt! Allah, ancak pisliği sizden uzak tutmak ve sizi  tertemiz yapmak istiyor!” (Ahzab, 33/33)

Belli ki, bir atf-ı beyan konumundaki “vav” ile başlayan âyet, öncesi de olan bir emirler, yasaklar ve nasihatler cümlesinden söz etmektedir. O halde bu emir, yasak ve öğütlere konu olan âyetin öncesini de tanımakta yarar vardır. Âyetin siyakı da şudur:

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ قُل لِّأَزْوَاجِكَ إِن كُنتُنَّ تُرِدْنَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَزِينَتَهَا فَتَعَالَيْنَ أُمَتِّعْكُنَّ وَأُسَرِّحْكُنَّ سَرَاحًا جَمِيلًا . وَإِن كُنتُنَّ تُرِدْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَالدَّارَ الْآخِرَةَ فَإِنَّ اللَّهَ أَعَدَّ لِلْمُحْسِنَاتِ مِنكُنَّ أَجْرًا عَظِيمًا . يَا نِسَاء النَّبِيِّ مَن يَأْتِ مِنكُنَّ بِفَاحِشَةٍ مُّبَيِّنَةٍ يُضَاعَفْ لَهَا الْعَذَابُ ضِعْفَيْنِ وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا. يَا نِسَاء النَّبِيِّ لَسْتُنَّ كَأَحَدٍ مِّنَ النِّسَاء إِنِ اتَّقَيْتُنَّ فَلَا تَخْضَعْنَ بِالْقَوْلِ فَيَطْمَعَ الَّذِي فِي قَلْبِهِ مَرَضٌ وَقُلْنَ قَوْلًا مَّعْرُوفًا  . وَقَرْنَ فِي بُيُوتِكُنَّ وَلَا تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الْأُولَى وَأَقِمْنَ الصَّلَاةَ وَآتِينَ الزَّكَاةَ وَأَطِعْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنكُمُ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا .وَاذْكُرْنَ مَا يُتْلَى فِي بُيُوتِكُنَّ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ وَالْحِكْمَةِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ لَطِيفًا خَبِيرًا .

 “Ey Peygamber! Hanımlarına de ki: ‘Eğer siz, dünya hayatını ve onun ziynetini istiyorsanız gelin, size müt’alarınızı  verip güzellikle sizi boşayayım;  yok, eğer Allah'ı, Rasulü'nü ve Ahiret yurdunu dilerseniz, şüphe yok ki Allah, sizden iyiler için büyük bir mükâfat hazırlamıştır!”  ‘Ey Peygamber Hanımları! Sizden kim, apaçık bir aşırılık  yaparsa, onun cezası ikiye katlanır! Bu, Allah için kolay bir iştir! Kim de Allah'a ve Rasulü'ne, içtenlikle itaat eder ve sâlih iş yaparsa, ona da ecrini iki kere veririz; ayrıca ona, güzel de bir rızık hazırladık.’ ‘Ey Peygamber hanımları! Eğer Allah’a ve Rasulüne karşı gelmekten sakınırsanız, siz diğer kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz...’ (...) ‘Evlerinizde oturun, eskiden cahiliye dönemindeki gibi dikkat çekecek biçimde süslenip yıldızlaşmayın,, namazı ikame edin, zekatı verin, Allah’a ve Elçisine itaat edin! Ey ehl-i beyt! Allah, ancak pisliği sizden uzak tutmak ve sizi  tertemiz yapmak istiyor!”

Âyetlerin satır araları dikkatle okunduğunda, bunların, bir bütün hâlinde Hz. Peygamberin Eşlerinin, ona karşı nâhoş bir davranışta bulunmaları üzerine indirildiklerini sezinlemek, hiç de zor değildir. Bu hâdise, her iki taraf açısından da önemli bir hukuk meselesi olmalıdır ki, Allah, Peygamberine emrediyor: Ey Peygamber, hanımlarına söyle, eğer onlar isteklerinden vazgeçmeyeceklerse, seninle dünya ziynetleri arasında bir tercih yapsınlar. Şâyet onlar, dünya hayatını ve ziynetlerini tercih edecek olurlarsa, onları, hiç zarara uğratmadan ve yakın gelecekte hiç bir sıkıntıya düşmelerine imkân vermeyecek tarzda güzelce boşa! Böylece onlar, istediklerine kavuşma imkânını bulmuş olur, sen de onların şikâyetlerinden ve sana reva gördükleri eziyetlerinden kurtulursun. Yok, eğer Allah’ı ve Elçisini tercih eder ve kifâyetsiz de olsa, dünya nimetlerinden paylarına düşene kanaat gösterirlerse, artık onların, peygamberi üzecek davranışlardan uzak durmaları gerekmektedir...

Dördüncü Âyet ve Ehl-i Beyt(?)

قُل لَّا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِلَّا الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبَى......”...De ki: ‘Ben, sizden hiçbir ücret istemiyorum, sâdece akrabalıktan ötürü haklarıma saygı göstermenizi istiyorum!...”

Bir kısım Sünnî ve Şiî müfessirler, bu âyetin de, Ehl-i Beyt’i, yani Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile onların soyundan gelenleri sevme mecburiyetinden söz ettiği kanaatindedirler. Güyâ Hz. Peygamber, yakınlarını toplamış ve onlara şöyle demiştir: Ben, peygamber olduğum için sizden hiçbir ücret istemiyorum, sâdece benim Ehl-i Beytimi, yani damadım Ali’yi, kızım Fatıma’yı, torunlarım Hasan ile Huseyin’i ve onların soyundan gelenleri sevin yeter!...

Bu anlayış, iki açıdan mümkün gözükmemektedir: Birincisi, Şûrâ sûresi, Mekke’de, Hz. Peygamber’in Elçi olarak gönderilmesinin on üçüncü yılında bir bütün halinde indirilmiştir. Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın evlenmeleri ise, ancak hicretten iki yıl sonradır. Yani iddia edildiği anlamda ehl-i beyt kavramının oluşmasına, yaklaşık olarak (3+2=) beş yıl var demektir!... İkincisi ise şudur: Bu sûrenin indirildiği dönem, Müşriklerin, Müslümanlara baskılarının had safhaya vardırıldığı; Rasulüllah’ın bile, artık Mekke’de yaşama ümidinin tamamen sona erdiği bir dönemdir! Sahabenin bir kısmı, kafileler hâlinde Habeşistan’a hicret etmiş, Allah’ın Elçisi’yle birlikte Mekke’de kalanları ise, Medine’ye hicret etmek üzere, Medineli Müslümanlarla son gizli görüşmelerini yapmaktadırlar... Rasulüllah’ın, böyle bir ortamda kendini ve Müslümanları savunmayı bırakıp da henüz var olmayan damadını ve torunlarını... Kureyş’ten sevmelerini istemesi, akla ve hayale gelebilecek bir talep olamaz!...

Kanaatimizce, sûre baştan itibaren okunduğunda görülecektir ki, Allah Tealâ, Hz. Peygaber’in, Mekke’de dinî ve siyasî otoriteyi elinde bulunduran akrabalarına şöyle demesini buyurmuştur: De ki, ben peygamber seçildim ve diğer kabileler karşısında Kureyş’in şanını yücelttim diye, sizden ne bir mal ne de bir ücret... hiçbir şey istemiyorum. Ben sizden, akrabalıktan ötürü, sâdece akrabalar arasında câri olan hamiyeti; himâyeyi ve desteği bekliyorum. Mâdem ki, siz beni desteklemiyorsunuz, hiç olmazsa, Araplar arasında câri olan meveddeti, yani akrabalık hatırına hukukuma saygı göstermenizi, beni, açıktan açığa düşmanların eline bırakmamanızı ve başka kabilelerle bir olup beni yurdumdan çıkarmamanızı istiyorum...

İçerisinde ehl-i beyt tâbiri geçen bu üç âyetten, Hûd ve Kasas sûrelerindeki ehl-i beyt’ten maksadın kim olduğu anlaşılmıştır. Şûrâ 23’ âyetin de, zamen ve zemin itibariyle Ehl-i Beyt’ten bahsetmesi imkânsızdır. Bu gerekçelerle artık, o üç âyet üzerinde durmaya gerek görmüyoruz. Asıl konumuz Ahzab sûresinin 33. âyetidir. Şimdi biz, makalemizin odak noktasını teşkil eden bu âyetin, hem de içerisinde yer aldığı pasajın tamamıyla birlikte nüzul sebebini, anlam dokusunu, anlam alanını, hedefini ve ortaya çıkan sonuçları detaylı olarak inceleyip âyetin kapsamını ve buradaki “Ey ehl-i beyt!...” hitabının kavramsal içeriğini tefsirler kanalıyla tespit etme faaliyetine geçebiliriz.

III- Ahzab, 33/33. Âyeti, Nüzul Sebebi, Ehl-i Beyt Tabirinin Siyak ve Sibak Bütünlükleri İçerisindeki Anlamı ve Tartışmalar

A) Âyetin Nüzul Sebebi

Ahzab sûresi Medenî sûrelerdendir. Hz. Osman’ın Mushafındaki kronolojik sıralamaya göre 99., elimizdeki Kur’an’a göre 33. sûredir. Bu sûre, hicretin beşinci yılında Ahzab savaşından sonra pasajlar hâlinde indirilmeye başlamış ve büyük bir ihtimalle hicretin altıncı yılında nüzulü tamamlanmıştır. İlk pasaj içerisinde yer alan 28-34. âyetlerin nüzul sebebi hakkında, birbirinden farklı iki görüş ve hepsi de, ana fikir olarak bu iki görüş üzerinde toplanan pek çok rivâyet bulunmaktadır.

Bunlardan bir görüşe göre, bir gün, önce Hz. Ebu Bekir, ardından da Hz. Ömer Rasulüllah (sav)’i ziyaret amacıyla evine geldiler. Baktılar ki, Peygamber’in evinin önünde bir kısım insanlar oturmaktadırlar. Telaşlanarak içeri girmek istediler, fakat onların da girmelerine izin verilmedi. Çünkü Rasulüllah Enes’e (ra): “Kimseyi içeri alma!” buyurmuştu. Enes, iki kayınpederinin, eve girmekte ısrar ettiklerini Rasulüllah’a (sav) söyleyince, o da: ‘Buyursunlar’ dedi. Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer, içeri girdiklerinde, Rasulüllah’ı ve çevresinde oturmakta olan hanımlarını üzgün bir vaziyette gördü ve büyük bir endişe ile: “Kötü bir hal mi var, ya Rasulallah!?” dediler. Rasulüllah (sav): “İşte kızlarınız! Benden, kendileri için dünya nîmetini ve zîynetlerini artırmamı istiyorlar; o da bende yoktur...” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer Allah’ın Elçisini üzdükleri için, kalkıp kızlarını dövmeye yeltendiler, fakat Rasulüllah, buna izin vermedi... İşte bu pasaj, bu olay üzerine indirilmiştir.

Buharî’nin, bu konuda Hz. Âişe’den naklettiği şu rivâyet de bu görüşü desteklemektedir:

Hz. Âişe demiştir ki: Allah’ın Elçisine, eşlerinin, kendisi ile dünya nimetleri arasında bir tercih yapmaları emredildiği zaman, Rasulüllah (sav), önce bana geldi ve: ‘Aişe, sana bir emri tebliğ edeceğim, fakat cevap vermekte acele etme; hatta ebeveyninle istişâre et, cevabını bana sonra bildir,’ dedi. Sonra da, “Ey Peygamber, hanımlarına de ki: ‘Eğer siz, dünya hayatını ve onun ziynetini istiyorsanız gelin, size müt’alarınızı verip güzellikle boşayayım; yok, eğer...” âyetlerini bana okudu. Dedim ki, ‘ben bunlardan hangisini ebeveynimle istişâre edecekmişim?! Ben elbette Allah’ı ve Rasulünü tercih ediyorum.’ Benim bu cevabım üzerine Rasulüllah (sav), sırasıyla diğer hanımlarına gitti ve hepsi de Allah’ı, Elçisini ve Ahiret Yurdunu tercih ettiler.

 İkinci görüş ise, “Kisâ hadisi” olarak bilinen şu rivâyete dayanmaktadır: Rasûlüllah (sav), eşlerinden Ümmü Seleme’nin evinde idi. Kızı Fatıma, içinde et ve undan yapılmış yemek olan bir çömlek yemekle geldi. Hz. Peygamber Fatıma’ya, kocası Ali ve oğulları Hasan ve Hüseyin’i de çağırmasını ve yemeği birlikte yiyeceklerini söyledi. Fatıma gitti, onları da çağırdı. Onlar gelince, hepsi birlikte yemeğe oturdular. Yemek esnasında: انما يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنكُمُ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا... ”...Ehl-i Beyt! Allah, ancak pisliği sizden uzak tutmak ve sizi tertemiz yapmak istiyor” âyeti indirildi. Peygamber Ali, Fatıma, Hasan ve Huseyin’i, geniş elbisesinin /kisâ altına toplayarak: “işte, benim ehl-i beytim bunlardır,” dedi sonra da ellerini kaldırıp: ‘Allah’ım, benim ehl-i beytim ve özel yakınlarım /hâssetî bunlardır. Sen, bunlardan kötülüğü uzak tut ve bunları tertemiz yap”, diye duâ etti. O zaman Ümmü Seleme, perdenin arkasından başını çıkararak: ‘Ya Rasulallah, benim durumum n’olacak?” dedi. Rasulüllah ona: “Sen sahip bulunduğun yerdesin.’ Cevabını verdi.”

Bu konuda “Aba Hadisi” adıyla meşhur diğer bir rivâyet de, özet halinde şöyledir: Hz. Aişe’den nakledildiğine göre Rasulüllah (sav), bir gün sabahleyin üzerinde siyah yünden nakışlı bir aba olduğu halde  evinden çıktı. O sırada yanına Hasan geldi, onu üzerindeki abanın altına aldı. Sonra Hüseyin geldi, onu da abasının altına aldı. Sonra Fatıma ve Ali geldiler, onları da abasının altına aldı ve: “Ey ehl-i beyt, Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor,” dedi.

Âyetin nüzul sebebi olarak nakledilen bu rivâyetlerden anlaşılıyor ki, bir kesime göre söz konusu âyetler, diğer kesime göre ise, 33. âyetin sâdece ikinci yarısı, birbiriyle te’lifi imkânsız iki farklı kimse hakkında, iki farklı mânâda ve iki farklı mekânda indirilmiştir! Biz, şimdilik bu iki farklı nüzul sebebini bir tarafa bırakıp, âyeti kendi bağlamı içerisinde ve farklı yönlerden analizler yapmak sûretiyle anlamaya çalışacağız. Öyle geliyor ki, bütün hâlinde âyetlerin lafzındaki mana, doğru anlaşıldığında, nüzul sebebi olarak nakledilen rivâyetler hakkında da, en azından çoğunluğun kabul edebileceği bir kanaat hasıl olacaktır.

B) Âyetin Siyak ve Sibakı İçerisindeki Anlam Dokusu  /Yorumu

Görülüyor ki, ayetlerdeki birinci hitap Rasulüllah’a ve ondan sonraki hitaplar, şartlar ve hükümler ise, tamamen Rasulüllah’ın hanımlarınadır.

Hz. Âişe’nin de anlattığı gibi “Ey Nebî! Hanımlarına de ki...” âyeti inince, Rasulüllah (sav), teker teker eşlerini ziyaret etti ve Allah’ın emrini onlara iletti. Onlar da, Allah’ı, Rasûlünü ve Âhiret yurdunu tercih etmiş olacaklar ki, ilk hitabın ardından onlara özgü bir takım emirler, yasaklar, tavsiyeler, cezalar ve mükâfatlardan söz edildi.

Zevcât-ı tâhirât’ın, Allah’ı, Rasûlünü ve Âhiret yurdunu tercih etmeleri demek, aynı zamanda dünya hayatının nimet ve zîynetlerinden fedakârlık edip, paylarına düşenden fazlasını Peygamber’den istemeyecekleri ve bu yüzden Allah’ın Elçisini üzmeyecekleri hususunda bir taahhüdde bulunmak demekti...

Yapılan bu tercih ve taahhüd üzerine Allah Teala, Elçisinin hanımlarını, tercih ve statüleri gereği uyarma ihtiyacı duydu ve şöyle buyurdu: Ey Nebî’nin hanımları! Siz, Peygamber Hanımı olma şerefine sahip olmakla evlilik hayatınızda ayrıcalıklı bir konuma sahipsiniz. Ancak bilmelisiniz ki, Allah’ın ve Rasulünün emir ve yasaklarına itaat ya da itaatsizlik hususunda sizin, hiç bir ayrıcalığınız bulunmamaktadır  Sizin Peygamber hanımı olmakla elde ettiğiniz şeref, sizin için, büyük bir nîmet, sırf Rasulüllah’ın eşi olmakla dünya nimetlerinden yeterince istifade edememe durumunuz ise, sizin için büyük bir fedakârlık, kendi tercihinizle katlanmak zorunda kaldığınız ağır bir külfettir. Şimdi siz, nefsî arzularınıza karşı gelerek verdiğiniz bu sözde durmakla, hem sahip olduğunuz nimetin kadrini bilmek hem de yüklendiğiniz fedakârlığın külfetine katlanmak durumundasınız!

Ey Peygamber hanımları! Eğer siz, Allah’ın Elçisine karşı, açıkça aşırı bir davranışta bulunursanız, cezanız iki kat artırılır! Yok, Allah’a ve Rüasuülüne karşı gelmekten sakınır ve sâlih işler yaparsanız, sizin mükâfatınız da iki kere verilecektir. Ayrıca sizden muhsin vasfını hak edene, büyük de bir ecir vardır! Çünkü siz, sahip olduğunuz şerefi layık-ı vechile taşırsanız, başka kadınlardan her hangi birisi gibi değilsiniz...

O halde bundan böyle yabancı erkeklerle konuşurken, mutlaka edebe uyun; sesinizi, özellikle inceltip konuşmanızı kibarlaştırmayın. Zira kalbinde fasıklığa meyli olan kimseler, konuşmanıza aldanarak size tamah edebilir... Normal konuşun ve hiç kimse sizin konuşmanızdan, kendisi adına bir mesaj çıkarmasın!

Eskiden, cahiliye devrinde olduğu gibi, süslenip dikkat çekici giysiler ve edâ ile sokağa çıkıp dolaşmayın! Evlerinizde oturun, namaz kılın, zekât işleriyle uğraşın, Kur’an okuyun, bir kısım âyetlerin maksadını, özünü kavramak için aranızda müzâkere edin, onlardaki hikmetleri öğrenmeye çalışın...

Ey Peygamber Hanımları! Sakın ha! Size özgü bu emirler, yasaklar ve hükümlerle sizi, dünya hayatında baskı altında yaşatmak, hak ve özgürlüklerinizi boş yere kısıtlamak, dünya nimet ve zîynetlerinden keyfî olarak mahrum bırakmak istediğimizi sanmayın! Bizim, bütün bunlardaki amacımız, maddî mânevî, her türlü lekeden ve pislikten sizi uzak tutmak ve sizi tertemiz yapmaktır.

C) Âyetin Siyak  ve Sibak Bütünlüğü İçerisindeki Anlam Alanı

Açıkça anlaşılıyor ki, bu âyetlerdeki: “Ey Peygamber! Hanımlarına söyle!...”, “Ey peygamber hanımları! Sizden kim...” ; “Ey peygamber hanımları! Eğer siz sakınırsanız, siz diğer kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz...“ ve “Evinizde okunan âyetleri düşünün!...” şeklindeki açık ve net hitaplarla getirilen teklifler, yapılan tehditler, öne sürülen şartlar ve bunlara dayalı hükümler; özellikle bu hükümlerle varılmak istenen amaç, hep Peygamber’in hanımlarına özgüdür.

Biliniyor ki, İslâm’da,  kadın ya da erkek, her mü’min, yapmış olduğu bir iyilikten ötürü, en az yedi katından yedi yüz katına kadar, belki de daha fazlasıyla ödüllendirilecektir.  Bir kötülük yapan kimse ise, sâdece misliyle cezalandırılacak; asla haksızlık edilip de daha fazlasıyla cezalandırılmayacaktır. Bunlar, Allah’ın kullarına verdiği sözüdür.  Fakat Rasulüllah’ın hanımları, ceza ve mükâfat hususunda bu kapsama dahil değiller; işgal ettikleri statüleri, ona dayalı ayrıcalıkları, özel tercih ve taahhüdleri sebebiyle, onların yapacakları her iyilik, diğer kadınlar gibi en az yedi katından yedi yüz katına kadar mükâfatlandırılacağı gibi, bu mükâfat onlara iki defa verilecektir. Açıkça işledikleri bir aşırılık yüzünden, sâdece onlar iki kat ceza göreceklerdir. Oysaki, diğer insanların hepsi, sâdece yaptıkları kötülüğün cezasını misliyle çekecektir. Bu da, Allah’ın, yalnız Peygamber hanımlarına âit özel vaadidir!

Denilebilir ki, bir mü’min kadın, her türlü pislikten uzak kalmak ve tertemiz bir hayat yaşamak amacıyla, bu pasajdaki emir ve yasaklara harfiyen riâyet edip takvaya ermek için çalışsa, Peygamber’in hanımlarının yükselebileceği dereceye yükselir, hatta takvada onlardan da üstün mertebeye erebilir... Ancak, o, Peygamber hanımlarının yüklendikleri külfeti yüklenmediği için, onun alacağı ödül, iki kat değildir; mutlaka onlarınkinin yarısı kadardır... Peygamber hanımlarının dışındaki hiçbir kadın da, işlediği bir aşırılık yüzünden iki kat ceza görmeyecektir!

Görülüyor ki, pasajda vaat edilen tüm mükâfat ve tehditlerle birlikte amaçlanan hedef, yani ‘pislikten uzak durma ve tertemiz olma’ sonucu, buradaki emir, yasak ve tavsiyelere muhatap olan Peygamber hanımlarının, bunlara riâyet edip etmeme şartına bağlanmıştır. O halde, denilebilir ki, bu ayetler indiği zaman hayatta olmayan Peygamber hanımları bu âyetlerin kapsamına dahil değiller. Çünkü onlar, bundan önce ölmekle, bu teklife muhatap olmaktan çıkmışlardır! Yani, kimden“…dünya hayatı ve zîynetleryile Allah, Elçisi ve Ahiret Yurdu arasında bir tercih yapmaları” istenmiş ve kim teklife uyarak Rasulüllah’a tercihini beyan etmişse, sâdece onlar âyetlerin anlam alanına dâhildir ve bu âyetteki “Ehl-i beyt!...” hitabının da muhatabıdırlar. Mesela, Hz. Hatice ve Zeyneb, Rasulüllah’ın ehlinden ve ehl-i beytinden olmalarına rağmen, ikisi de bu âyetler gelmeden çok önce vefat ettikleri için, ne bu âyetlerdeki teklife muhataptırlar ne de bu âyetteki ehl-i beyt kavramının kapsamına dahil edilebilirler!... Demek ki, “Ehl-i beyt! Allah, ancak sizden pisliği uzak tutmak ve sizi tertemiz yapmak istiyor” hitabının muhatapları ve Ehl-i Beyt, Hz. Peygamber’in, sâdece hayattaki hanımlarıdır.

Dikkat edilirse, bu pasajda, Rasulüllah’dan ve Eşlerinden başkasına açık ya da gizli, hiç bir hitap, hattâ îmâ ve işâret dahi bulunmadığı görülebilir!

D) Âyetlerde Amaçlanılan Hedef

Kuşkusuz Allah’ın her emrinde ve yasağında, mutlaka kulların menfaati açısından büyük hikmetler; gerçekleştirilmesi arzu edilen yüce maksatlar bulunmaktadır. O’nun hiçbir emri ya da yasağı, ne keyfîdir ne de amaçsız... Bunlara Hukuk ilminde hükmün illeti, Tefsir ilminde ise hükmün gâyesi ya da amacı denilmektedir.

Rasulüllah’ın hanımları hakkında indirilen bu pasajdaki emir ve yasaklar da elbette, onların hayrınadır. “Ehl-i beyt! Allah, ancak sizden pisliği uzak tutmak ve sizi tertemiz yapmak istiyor” cümlesinde açıkça belirtildiği üzere, getirilen hükümlerin gözüken açık gâyesi, kötülükleri, onlardan uzak tutmak, üzerlerine leke kondurmamak ve onları tertemiz yapmaktır. Metinde açıkça gözükmeyen, ancak bağlamından ve nüzul sebebinden anlaşılan asıl amaç ise, Hz. Peygamber’in, hanımları tarafından zaman zaman da olsa, üzülmesini engellemek; bundan daha önemlisi de onları, “en yüce ahlakın sahibi”, “örnek insan” ve “âlemlere, salt rahmet amacıyla gönderilmiş” olan, o mübârek zata layık hanımlar yapmaktır... Belki de o kadınlara, Âhiret hayatında da Hz. Muhammed’e eş olma ayrıcalığını lütfetmektir! Rasulüllah buyurmuyor mu? “kişi, sevdiğiyle beraberdir!”

IV- Tefsirlerde “Ehl-i Beyt” Kavramı İle İlgili Farklı Görüşler

Yukarıda da işâret edildiği üzere müfessirler, Ahzab sûresinin bu 33. âyetindeki ‘ehl-i beyt’ kavramının kapsamını belirlerken, âyeti anlama konusunda sergiledikleri farklı yaklaşım ve yöntemler sebebiyle, birbirine tezat teşkil edecek şekilde çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Denilebilir ki Kur’an’ın hiçbir âyeti, bu âyet kadar tefsir usulü ve yöntemine son derece aykırı değerlendirmeler sebebiyle itikadî, hukukî, ahlakî ve siyâsi sömürüye âlet edilmemiştir!  Ehl-i Beyt kavramı hakkında yalnız bir kısım tahkik ehli müfessirlerin yaptıkları açıklamalar ile keyfî olarak nitelendirilebilecek bazı yorumları, yukarıda tespit etmiş olduğumuz bu ilkeler ışığında ve üç madde hâlinde değerlendireceğiz:

1. Ehl-i Beyt’ten Maksat Peygamber’in Hanımlarıdır

Bu âyet, siyak ve sibak bütünlüğü içerisinde tamamen Peygamber’in hanımlarına hitap etmektedir. Dolayısıyla buradaki ehl-i beyt’ten maksat, sâdece Peygamber’in hanımlarıdır, görüşünde olan müfessirleri ve anlayışlarını, kronolojik olarak şöyle sıralayabiliriz:

İbn Abbas’a (ö. 68 /687) göre, ehl-i beyt’ten maksat sâdece Rasulüllah’ın hanımlarıdır. Çünkü “ehle’l-beyt”demek, “Ya ehle beyti’n-nübüvveh” yani “ey nübüvvet evinin halkı demektir.”

Tabiun’un meşhur müfessirlerinden İkrime’ye (ö. 104/722) göre de bu ayet özellikle Peygamber’in hanımları için indirilmiş, manası da sâdece onlara hâstır.  Vahidî’nin naklettiğine göre İkrime, çarşıdan geçerken gâliba bir konuşmayı işitiyor ve müdâhale etmek durumunda kalarak: “onların zannettikleri gibi değil! “Ehl-i beyt! Allah sizden ancak pisliği uzak tutmak ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” âyeti Peygamberin hanımları hakkında indirilmiştir, diye bilgisini yüksek sesle haykırıyordu.

İbn Cerir et-Taberî (ö. 310 /922) Bu 33. âyeti, “Ey Peygamber hanımları!...” hitabıyla başlayan 32. âyetle birlikte bir paragraf hâlinde ele almış ve teker teker kavramları açıklamaya girmeden önce şöyle bir özet bilgi vererek hitabın Peygamberin hanımlarına olduğunu tespit etmiştir: “Zikri yüce olan Allah, Rasulüllah (sav)’in eşlerine diyor ki: ‘Ey Peygamber hanımları, eğer siz Allah’dan sakınır da size emrettiği ve nehyettiği hususlara itaat ederseniz, siz şu ümmetin hanımları gibi değilsiniz.” Sonra da bu görüşü destekleyen Katade’nin Said İbn Cübeyr’den gelen rivâyetini naklediyor. Daha sonra Taberî, diğer kavramları açıklamış ve “Ey ehl-i beyt, Allah sizden ancak pisliği uzak tutmak ve sizi tertemiz yapmak istiyor” âyetine gelince, “Ey Muhammed’in ev halkı, Allah sizden kötülüğü ve aşırılıkları gidermek ve tertemiz yapmak istiyor” açıklamasında bulunmuştur.

Taberî, bu âyetteki ehl-i beyt’ten maksadın sâdece Peygamber’in eşleri olduğunu iki defa açıkladıktan sonra “Ehle’l-beyt!” hitabı ile Peygamber’in hanımları mı yoksa Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve Huseynin mi kastedildiği hususundaki tartışmayı, âdeti üzere ilgili rivâyetleri ve görüşleri nakleder.

İmam Matüridî (ö. 333 /944), Te’vilatu Ehli’s-Sünne isimli tefsirinde aynı ayetin parçalanarak bir kısmının Peygamberin hanımlarına bir kısmının da başkalarına hitabettiğini söyleyip: ‘Ehl-i Beyt’ kavramının Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’e ve onlardan gelenlere aittir, denilmesine karşı çıkmış ve demiştir ki, âyet bütün olarak anlaşılmalıdır; dil kuralları, ayetin siyak ve sibakı, sosyal ve tarihi gerçekler hesaba katılmaksızın manayı sündürmek suretiyle maksadını aşacak şekilde bir âyeti te’vil etmek, büyük yanlıştır.

Kadî Abdülcebbar (ö. 415 /1025 ) bu sûreyi yorumlarken âyeti, siyak ve sibak bütünlüğü içerisinde ele almış ve önce 30. âyette Peygamberlerin hanımlarının yapacakları bir aşırılık karşılığında iki kat ceza alacakları ilkesinin makul ve mümkün olabileceğine dikkat çekmiş sonra da 33. âyet hakkında: “Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden ancak pisliği uzak tutmak ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” Bu âyet Hz. Peygamberin hanımlarını günahtan kurtarmaya yetmektedir. Allah Teâla burada Peygamber’in hanımlarını en büyük iltifatla onurlandırmıştır”  diyerek âyetin kapsamı Peygamber hanımları ile sınırlandırmıştır.

Zemahşerî’ye (ö. 534 /1143) göre de bu âyetteki ehl-i beyt’ten maksat Rasulüllah’ın hanımlarıdır. Çünkü Allah takva ile korunsunlar da günaha düşmesinler diye, onlara emirler veriyor, yasaklar getiriyor ve nasihat ediyor... Nitekim bizzat âyet onların ehl-i beyt olduğuna delalet ediyor.

Kurtubî’ye (ö. 671 /1272) göre, ayetteki hükmün Peygamber’in hanımlarına ait olması sebebiyle hitap da yalnız onlara ait olmalıdır. Bu yüzden ehl-i beyt kavramının Peygamber’in hanımlarının dışında, bazı kişilere tahsis edilmesi doğru değildir.

Kadî el-Beydavî (ö. 685 /1286), Ehle’l-beyt hitabı Peygamber’in hanımlarınadır, dedikten sonra; Hz. Peygamber de ev halkı içinde zikredildiği için âyette ‘tağlib kaidesi’ gereğince zamir müzekker olarak كُم  /kum şeklinde getirildiğini söylemiştir.

Nesefî’ye (ö. 710 /1310) göre bu âyet, “hanımlarının, Peygamber’in ehl-i beyti olduğuna dair delildir. …ليدهب عنكم ve يطهركم ‘in müzekker gelmesi ise, (Peygamber’in) ailesinden erkek ve kadın, hepsi murat edildiği içindir.”

Hazin (ö. 741 /1341) demiştir ki, اهل البيت ويطهركم تطهيراBunlar, Nebi (sav)’in hanımlarıdır. Çünkü evindekiler onlardır. Bu görüş, Said İbn Cübeyr’in İbn Abbas’dan naklettiği görüştür. İkrime ve Mukatil’in görüşleri de böyledir.”

İbn Kesir (ö. 774 /1372), bu pasajdaki ayetlerin inmesine Peygamber’in hanımları sebep olmuştur, dolayısıyla Ehl-i Beyt kavramının içine onlar girmelidir, demiş, sonra da İkrime’nin “bu ayetlerdeki hükmün Peygamber hanımlarına hasstır” dediğini İbn Cerir et-Taberî’den nakletmiştir.

Şevkânî (ö. 1250 /1834) demiştir ki, “İbn Abbas ve İkrime’den başka tabiûndan Atâ İbn Ebî Rabah (ö.114 /732), Mukatil b. Süleyman (ö. 150 /767) ve Saîd İbn Cübeyr (ö. 95 /714) de ehl-i beyt’in Peygamber’in hanımları olduğu kanaatindedirler. Çünkü, İbn Abbas’ın da söylediği gibi ‘beyt’ten maksat Peygamberin evidir. Ehl-i beyt de elbette orada meskun bulunanlar olacaktır. “Ey Peygamber, hanımlarına söyle...” cümlesinden “Evlerinde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti düşünsünler...” cümlesine kadar bütün hitaplar, emirler ve yasaklar sâdece peygamberin hanımlarına âittir. İşte bu nedenle sünnî müfessirlerden bir kısmı bu görüşü benimsemişlerdir, bizce doğru görüş de budur.”

Seyyid Kutub (ö. 1967) da “Ehl-i Beyt! Allah sizden ancak pisliği uzak tutmak ve sizi tertemiz yapmak istiyor” hitabının sâdece Peygamber’in hanımlarına âit olduğu görüşünü şöyle açıklamıştır: “Sonuç itibariyle Yüce Allah bu emir ve direktifleri ehl-i beytten pisliğin giderilmesi ve onların arınması için araç olarak sunuyor. “tathir” kelimesi “tatahhur” kelimesinden gelir. Pisliği gidermek ise, insanların bizzat başvurdukları pratik hayatlarında uyguladıkları yöntemlerle gerçekleşir. İslâm’ın yolu budur. Vicdanda bilinç ve takva... hayatta da davranış ve hareket... bunların ikisi bir araya gelince İslâm tamamlanır. İslâm’ın bu hayattaki hedef ve amaçları bunların ikisi ile gerçekleşir.”

“Peygamber efendimizin eşlerine yönelik bu direktiflerin sonu başlangıçtaki gibi bağlanıyor. Burada da tıpkı başlangıçtaki gibi bulundukları saygın yerleri, başka kadınlardan ayrıcalıklı oluşları, Peygamber efendimizin yanındaki yerleri, yüce Allah’ın kendilerine büyük bir nimette bulunarak evlerini Kur’an ve hikmetin indiği, nur, hidayet ve imanın parladığı bir makam haline getirmesi hatırlatılıyor: “Evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın.”

Çağdaş müfessirlerden İzzet Derveze, 28-34 arası âyetleri bir bütün olarak değerlendirmiş ve özet hâlinde şöyle demiştir: “Ayetlerin ibâresi anlaşılacak niteliktedir. Müfessirler de bu âyetlerin, Peygamber hanımlarının Nebî’den nafakalarının artırılmasını talep etmeleri ve bu isteklerinin Peygamberi rahatsız edip üzmesi üzerine indirildiğini söylemektedirler. Âyetlerin, Peygamberin hanımlarına yönelik indirildikleri, ihtiva ettiği illetleri, hükümleri, emir ve tembihleriyle apaçık gözükmektedir. Âyetlerin delâletleri tamamen açık olmasına rağmen, Ehl-i Beyt hakkında rivâyet edilen bazı hadisler, Peygamberin hanımlarını âyetlerin şümulüne dahil ederken bazıları da Peygamberin hanımlarını oradan tamamen çıkartmaktadır. (Derveze, söz konusu hadisleri naklettikten sonra) şöyle demiştir: “Biz bu hadislerin, özellikle de Peygamber’in hanımlarını âyetin kapsamından çıkaran, Şi’a’nın da sıkı sıkıya sarıldığı hadislerin karşısında şöyle bir durup hayret içerisinde düşünüyoruz! Görüyoruz ki, bu durumda Ehl-i Beyt tâbirini Peygamberin hanımlarından başkasına çevirmek mümkün değildir.”

Derveze bu açıklamalardan sonra şöyle diyor: “Biz, kan bağı açısından Peygambere yakın olan insanları veya ona saygı ve hürmette layık olan kimseleri Ehl-i Beyt’ten değildir demiyoruz. Fakat gerçek şudur ki, âyetin şümulünü genişletmek veya sırf Hz. Ali, Fatıma ve onların iki oğluna hasretmek şu âyetlerin siyakına, şartlarına ve nüzulüne göre doğru değildir. Ha! Hz. Peygamber’e nisbet edilen bu hadisler, eğer sahih iseler, Kur’an’a âit bu cümlenin umumi manası içerisine Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin gibi bu temiz insanların Peygamber’in hanımlarına ilâve olarak dahil edilmesi câizdir.”

Azarbaycan’lı müfessirlerden Mir Muhammed Alavî: “Ayet-i şerife Rusulü Huda’nın umum hanımlarını şamildir ve ister ki hepsi de kötü işlerin pisliğinden pak ve münezzeh olsunlar” dedikten sonra Ali b. Muhammed b. İbrahim Hazin’in, konu ile ilgili kisa ve aba hadisileri olarak bilinen rivayetleri nakleder. Sonunda şöyle der: ”Doğrudur, bu hadisleri muteber raviler nakledüp tashih ettiler. Lakin aye-i şerifeyi, hadislere mukabil tutanda envar-ı hamse-i tahire hakkında Rasulü Huda‘nın mahsusen inayeti  hadislerden zahir olup aye-i şerife umumuna baki kalır. Zira ki ayetlerin makabli ve maba’dinde tedebbür lazımdır.”

Alevi, “Âyetin öncesi ve sonrasına (bağlam /konteks) göre Ehl-i Beyt’ten maksat Peygamber’in hanımlarıdır; başkaları ayetin şümulüne girmemektedir. Ancak, hadislerde açıktır ki, Peygamber onlara hususen inayet buyurmuştur,” sözleriyle ayetle hadisleri ayrı düşünmek gerektiğine işaret etmiş ve en doğru yolu seçmiştir.

Artık anlaşılıyor ki, sâdece 33. âyetin bir cüzüne itibar etmeyip onu, hem âyet hem de siyak ve sibak bütünlüğü içerisinde ele alan, bu konuda nakledilen rivâyetlere değil tamamen dili, lafızdaki mânâyı ve onun da işâret ettiği nüzul sebebini göz önünde bulunduran bir yöntemle anlamaya çalışan bu on beş müfessir, “Ey ehle’l-beyt!” hitabının doğrudan Rasulüllah’ın hanımlarına olduğu kanaatinde birleşmişlerdir.

2. Ehl-i Beyt’ten Maksat Peygamber’in Ev Halkıdır (Hanımları, Ali, Fatıma, Hsasan ve Hüseyin’dir)

Âyet, hem Hz. Peygamber’in hanımlarını hem de Peygamber’in ev halkından sayılan Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i de kapsamaktadır, diyen müfessirlerden bir kısmına göre, Hz. Peygamber’in iki kızı Ümmügülsüm ve Rukiye ile evlendiği için bu âyet, zinnureyn lakabını hak eden Hz. Osman’ı ve onların çocuklarını da kapsamalıdır, görüşü de savunulmaktadır...

Nisaburî (ö. 730? /1329?), Taberî’nin Cami’u’l-Beyan’ının hâmişinde yer alan tefsirinde şöyle demiştir: “Ehl-i Beyt’ten maksad, “Mübahele âyeti”nde geçtiği üzere ehlü’l-aba’dır.  Çünkü asıl olan odur. Fatıma (ra), Hasan, Hüseyin ittifakla ehl-i beyttendir. Sahih olan ise, Ali (ra) de, Nebi (sav)’in evinde onlarla birlikte yaşadığı ve sürekli orada kaldığı için ehl-i beyt’ten olmasıdır.”

“Ayetin, Nebi (sav)’in eşleri hakkında gelmiş olması zann-ı galib ile onların da ehl-i beyte dahil olmasını gerektirmektedir. Âyetteki ‘anküm’ ve ‘yutahhiraküm’ zamirlerinin müzekker /eril gelmesi ise tağlib kaidesi gereğidir. Çünkü âiledeki Nebi, Ali ve onun oğulları, tek başına Fatıma’ya veya mü’minlerin annelerine (dil gereği) galib sayılırlar.”

Fahruddin er-Razî (ö. 605 /1208)  kendinden önceki görüşleri belirttikten sonra şöyle demiştir: “Bu görüşler içerisinde evla olan görüş, ehl-i beyt’ten maksat Rasulüllah’ın evladıdır, hanımlarıdır, Hasan, Huseyn ve Ali’dir, diyen görüştür. Çünkü bunlar Rasulüllah’ın ev halkı ile sürekli olarak görüşmekte ve birlikte yaşamaktadırlar; devamlı olarak orada bulundular ve orada eğitilip yetiştirildiler.”

Nahcuvanî (ö. 920 /1514) de âyetteki Ehl-i Beyt’ten maksadın Peygamber’in hanımları ve Ali, Fatıma, onların iki oğlu Hasan ve Hüseyin olduğu kanaatindedir. O da âyetteki ‘anküm’ ve ‘yutahhiraküm’ zamirlerinin müzekker /eril gelmesini tağlib kaidesi gereği olduğun söylemiş ve demiştir ki: “Çünkü Nebî, Ali ve onun iki oğlu (sallallahu aleyhi ve aleyhim) onların arasında bulunmaktadır. İşte bu yüzden şerefli efendilerin erkek olmaları, ‘tağlib kaidesi’ gereği zamirlerin de müzekker gelmesini gerektirmiştir.”

Meşhur Osmanlı müfessirlerinden Ebu’s-Suud (ö. 982 /1574), Ehl-i beyt’in kapsamını geniş tutmuş ve Şiâ’nın tek taraflı düşüncelerine karşı çıkarak sadece Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’in Ehl-i Beyt’i temsil etmeyeceğini söyledikten sonra, “Âyetlerin siyak ve sibakına bakıldığında Ehl-i Beyt’in kapsamının daha geniş olduğu görülür” ifadesiyle Peygamber hanımlarının da kavramın kapsamına dahil olduğunu söylemiştir.

Cemaleddin el-Kasımî (ö. 1332 /1914), 33. Ahzab 33. âyetin muhtevası hakkında İbn Kesir ve İkrime’nin görüşlerine dayanarak âyetin özellikle Hz. Peygamber’in hanımları hakkında nazil oluğunu belirtir. Ancak hadislere bakıldığında anlamın daha genel olarak Ali, Fâtımâ, Hasan, Hüseyin’i de kapsaması gerektiğini söyler ve “Kisa” ve “Sakaleyn” hadislerini buna örnek gösterir. Sakaleyn hadisinde Hüseyin Zeyd’e: “Kimdir bu Ehl-i beyt, ya Zeyd! Hanımları O’nun Ehl-i beyt’i değiller midir?” diye sordu. Zeyd, hanımları Ehl-i beyt’tendirler. Ancak O’nun Ehl-i beyti sadaka alması haram olan kişilerdir, diye cevap verdi. Hüseyin, onlar kimdir deyince, Âl-i Ali, Âl-i Akîl, Âl-i Ca’fer ve Âl-i Abbas’tır,” dedi. Bu şekilde Ehl-i beyt’in kapsamı, İslam öncesi dönemi de içerecek şekilde genişletilmiş oldu.

Müellif, İbn Teymiyye’nin Minhâcü’s- Sünne isimli eserinden alıntı yaparak “İnnemâ” ile başlayan âyetin onların İmâmet ve İsmet’lerine delâlet etmeyeceğini savunarak Peygamber’in hanımları ile birlikte diğerlerinin de dahil edilmesi gerektiğini belirtir.

Elmalılı M. Hamdi Yazır demiştir ki, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Peygamberin torunları olduğu gibi Hz. Ali dahi Hz. Peygamber’in evinde yetişmiş Hz. Fatıma ile birlikte yaşamış ve özel bir mensubiyet kazanmıştır. Bu yüzden o da ehl-i beyt’ten sayılır. Fakat bunların ehl-i beyt’ten olması, Peygamber’in diğer kızlarının ve onlardan olan çocuklarının da ehl-i beyt’ten olmasına engel teşkil etmez; aksine onların da ehl-i beyt’ten olmalarını gerektirir.

Çağdaş müfessirlerden Ebu’l-A’lâ el-Mevdudî ise şöyle demiştir. “Âyetin yer aldığı konunun çerçevesinden, Ehlü’l-Beyt (ev halkı) ile burada, Hz. Peygamber’in eşlerinin kastedildiği anlaşılmaktadır. Çünkü hitap, “Ey Peygamber’in hanımları” diye başlamaktadır ve gerek bu âyetten önce, gerekse sonraki bütün konunun muhatabı da yine Peygamber’in hanımlarıdır. Bunun yanı sıra “ehlü’l-beyt” kelimesi Arapça’da, Türkçe’deki (ev halkı) “âile” (İngilizce’de household) anlamında kullanılmaktadır. Ve bir adamın karısını ve çocuklarını kapsayan bir terimdir. Hiç kimse karı’yı ev halkından saymamazlık edemez. Kur’an bu kelimeyi, bundan başka iki yerde daha kullanır ve her iki yerde de “karı” âilenin en önemli üyesi olarak bu kelimenin tarifi kapsamına girer (dedikten sonra Mevdudî, yukarıda metin ve mealleriyle birlikte bahsi geçen 11. Hud/73 ve 28. Kasas/12. âyetleri örnek gösterir). Sonra da sözlerine şöyle devam eder: “Fakat Ehlü’l-beyt ile sâdece Peygamber’in hanımlarının kastedildiği ve başka hiç kimsenin buna dahil olmadığını söylemek de yanlıştır. Çünkü ”ev halkı” bir kimsenin âilesine mensup herkesi kapsayan bir terimdir. Ayrıca Hz. Peygamber de bu noktayı açıklığa kavuşturmuştur” dedikten sonra, konu ile ilgili hadisleri nakletmiş ve bağlayıcı cümle olarak da şunu söylemiştir: “Müslim, Tirmizî, Ahmed, İbn Cerir, Hakim, Beyhakî gibi muhaddisler (...) ve bir çok sahabî, Hz. Peygamber’in Hz. Ali, Hz. Fatıma ve iki oğlunu Ehlü’l-Beyt’ten saydığını gösteren bir çok hadis rivâyet etmişlerdir. O halde onları Ehlü’l-Beyt’ten saymayanların görüşü yanlıştır. Aynı şekilde yukarıdaki hadislere dayanarak Hz. Peygamber’in hanımlarını Ehlü’l-Beyt kapsamı içine almayanlar da hata içindedirler...”

Çağdaş müfessirlerden Şenkıtî (ö. 1974) demiştir ki: “Her ne kadar âyetin kapsamına başkaları girse de bazıları, Peygamber’in hanımlarının bu âyete dahil olmadıklarını söylemişlerdir. Gerçek şu ki, âyetin siyakından bir kısım deliller onların da âyete dâhil olduklarını kesin olarak göstermektedir.”

Müfessirlerimizden Süleyman Ateş, Ehl-i Beyt ile ilgili nakledilen Ümmü Seleme ve Aişe hâdislerini: “Bunlar kişisel görüşlerdir ve bu hadisler gariptir. Bunlara bazı aşırı mezhep taraftarlarının parmağının karıştığında hiç şüphe görmüyoruz. Çünkü bunlar âyetin siyakına tamamen terstir. (...) Amir İbn Seleme’den rivâyet edilen birinci hadiste: “Ey Ev Halkı, Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor” âyetinin, ötekilerden ayrı olarak indiği anlaşılır. Oysa bu, âyet değil, âyetin bir bölümüdür ve konuya bağlıdır. Bunun bağlı bulunduğu âyetten ayrı olarak inmesi makul değildir.” Dedikten sonra Ateş, sonuç olarak görüşünü şöyle açıklıyor:

“Bu hususta en uygun görüş şudur: 'Allah Elçisinin evladı, eşleri torunları Hasan ve Hüseyin, damadı Hz. Ali Rasulüllah’ın Ehl-i Beytidir. Küçüklüğünden beri Peygamberin yanında büyüyen ve onun amcasının oğlu, en sevdiği kızı Fatıma’nın kocası olan Hz. Ali de Peygamber’in ehl-i beytindendir. İbn Kesir’in de dediği gibi hem zevceleri, hem de yakın akrabası ehl-i beytindendir.”

Âyetteki ehl-i beyt kavramının anlam alanını genişletmekten yana olan, bu grup müfessirler, görülüyor ki, bu konuda nakledilen rivâyetleri de değerlendirmelerine esas kabul etmişlerdir. Bu anlayışa göre, söz konusu ayetler, Hz. Peygamberin hanımlarına özel olarak inmiş ve onlara sesleniyor. Fakat Hz. Peygamberin çocukları, torunları, evinde, kızı Fatıma ile birlikte yetişip de özel mensubiyet kazanan Hz. Ali ve onun soyundan gelen kimselerin de bu kavramın içerisine girdirilmesinde bir mahzur bulunmamaktadır. Hatta girmelidir de! Fakat bu müfessirler, Hz. Fatıma, Hz. Ali ve onların çocukları Hasan ve Huseyin’in, aynı âyetlerin içerdiği emirler, yasaklar ve hükümlere muhatap olup-olmadıkları; özellikle de işledikleri bir aşırılık sebebiyle iki kat ceza görüp-görmeyecekleri hakkında hiçbir şey söylememektedirler!

3. Ehl-i Beyt’ten Maksat Hz. Ali Fatıma, Hasan ve Hüseyin’dir

Bir kısım müfessirlere göre, - ki bunların çoğunluğu Şiî’dir - âyet Peygamber’in hanımlarını değil, sâdece onun temiz soyunu sürdüren Hz. Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ile onların soyundan gelen on iki imamı kapsamaktadır...

Tabiun’dan Ebu Saîd el-Hudrî (ö. ), Mücâhid (ö. 103 /721) ve Katade’ye (ö. 117 /735) atfedilen görüşe göre bu âyetteki ehl-i beyt’ten maksat Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’dir. Çünkü diyorlar, ayetteki …ليدهب عنكم ve يطهركم cümlelerinde erkekler için çoğul muhatap zamiri olan ve siz manasına gelen كُم /kum zamirlerinin getirilmesi buna delalet etmektedir. Âyette eğer Peygamber’in hanımları kastedilmiş olsaydı, kadınlar için siz manasına gelen ve çoğul muhatap zamiri olan عنكنّ ليدهب  ve يطهركن denilmesi gerekirdi.

Tabatabaî el-Mizan isimli tefsirinde demiştir ki: Eğer rivâyetlerin Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile birlikte Peygamber hanımlarının da Ehl-i Beyt’e dahil edilir ve  söz konusu âyetin siyakında onlara da hitap vardır denilirse, ben de derim ki, bu rivâyetlerin çoğu ve özellikle Ümmü Seleme yoluyla gelenler ve Ümmü Seleme’nin evinde nâzil olanlar hakkında indiğini ve Peygamber hanımlarının bunun dışında olduğunu gösterir.  Kaldı ki, “Ehl-i beyt’in Hz. Ali ve onun soyundan gelenler olduğu hususunda varid olan hadislerin çokluğu; söz konusu ayetin Peygamber’in hanımları hakkında indiğine dair hiçbir rivayetin bulunmaması(!); bu ayetin Peygamber’in hanımları hakkında özel olduğunun hiçbir kimse tarafından iddia edilmemiş olması(!) gibi deliller bu kavramın Peygamber’in hanımlarını kapsamadığını göstermektedir.”  Ona göre, “Ehl-i Beyt! Şüphesiz Allah, kötülüğü sizden uzak tutmak ve sizi, sâdece tertemiz yapmak istiyor” bölümü, Hz. Peygamber’in hanımları hakkında inen pasajdan bir cüz değil, onlara muttasıl da değildir; onlardan ayrı olarak indirilmiştir. Bu kısım, bu günkü bulunduğu yere ya Peygamber’in emriyle sonradan konulmuştur ya da Kur’an cem’edilirken yanlış yazılmış olabilir.

Tabressî (ö. 538 /1141), “Ehl-i Beyt! Şüphesiz Allah, pisliği sizden uzak tutmak ve sizi tertemiz yapmak istiyor” âyetinin evvelindeki âyetleri hep Peygamber’in hanımları ile ilgili olarak açıklamış  ve bu âyete gelince Peygamber’in ehl-i beytinin Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hasan ve Hüseyin’den ibaret olduğunu söyleyerek bu görüşünü ispatlamağa çalışmıştır. Hatta, Hz. Ali ve evladının olduğu gibi onların soyundan gelen imamların da masum /her türlü günahtan ve aşırılıklardan korunmuş olduklarını; bu yüzden onların da peygamberlerin ortak vasıflarından olan ‘ısmet’ vasfı ile muttasıf olduklarını iddia eder.

Yine Şiî bir müfessir olan Ali b. Musa demiştir ki, “Ehl-i Beyt! Şüphesiz Allah sizden, ancak kötülüğü uzak tutmak ve sizi, tertemiz yapmak ister” âyetinde emir ve yasakların Peygamber’in hanımlarına da yansıyacağı muhakkaktır. Maksat, Allah nezdinde Ehl-i Beyt’in, yani kisâ ashabı olan Hz. Peygamber (sav), Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in ihtiramının korunmasıdır. O, bunlara en küçük bir lekenin gelmesini istemiyor. Bu ilahi iradenin anlatılması için  Allah Teala Ehl-i Beyt’ten olmayan, ama onlarla bir çeşit irtibatları bulunan Peygamber hanımlarına kötülüklerden sakınmalarını emrederek başkalarının davranışları sebebiyle de olsa Ehl-i Beyt’e leke gelmesini istemiyor.”

 Bunlara ilave, farklı bir görüş olarak, “Ehl-i beyt’ten maksat bütün müslüman cemaatidir” yorumunu da burada zikretmek isteriz..

Bir Alman müsteşriki olan Rudi Paret, Ahzab sûresi 33. âyette ehle’l-beyt ifâdesindeki el-beyt kelimesinin, 11. Hûd/73 ve 28. Kasas/12’dekilerin aksine harf-i tarifli gelmesinden hareketle şöyle bir fikir geliştirmiş ve kavramın içeriğini daha farklı kişilerle doldurmuştur:

“Oysaki ehlu’l-beyt’in her iki Kur’an pasajının 28. Kasas/12’ye dayanmadan anlam verme imkânı da vardır. Zira bu ikisi, beyt kelimesinin harf-i târif almasıyla diğerinden ayrılmaktadırlar. Harf-i târifli beyt (ev) kelimesi Kur’an’da 12 yerde daha geçmektedir ve bunların hepsinde de istisnasız ‘Allah’ın evi’ anlamındadır (Mekke’deki kutsal mâbed Kâbe kastediliyor ). Aynı anlamı ehlu’l-beyt için de kabul etmek ve buna bağlı olarak ehlu’l-beyt ifâdesini ’Beytullah halkı’ (yani İslâm Kâbe kültünün bağlıları) olarak tercüme etmek akla yatkın görünüyor.  Böylesi daha anlamlı olur. Nitekim Muhammed Medine’deki ilk yılları zarfında kıbleyi bilinçli olarak Mekke’deki Kâbe’ye çevirmiş ; dahası, Kâbeyi belli ölçüde İslâmiyet’in simgesi mertebesine yükseltmiş ve “İnsanlar için dikilen bu ilk evin” bina ediliş tarihini İbrahim’e kadar götürmüştü.  Bu durumda ‘Beytullah halkı’ terimi İbrahim’in kurduğu ve Muhammed’in yenilediği İslâm dininin bağlıları” anlamına gelir. [Aynı şekilde Kur’an’î bir terim olan ehlu’l-kitâb ‘Kitap ehli’ (İslâm dışındaki semavî dinlerin bağlıları) ifâdesi ile karşılaştırınız].”

Hâlbuki Rudi Paret aynı makalede şu ifâdenin de sahibidir: “Tabi bu gibi pasajlara anlam verirken bizzat Kur’an’ın kendi metnini ve anlam bütünlüğünü kullanma görevi de o ölçüde zorunlu hale gelmektedir.”  Eğer o, bu ifâdesiyle âyetin siyak ve sibak bütünlüğünü de kast ediyorsa, ki sözünden bu mânâ da anlaşılabilir, Şiî’ler gibi yöntem hatası yapmakta ve âyeti, kendi bağlamından (siyak-sibak bütünlüğünden) kopararak, sırf lafzî benzerlikten ötürü bağlamına aykırı bir anlam yüklemektedir...

V- Değerlendirme ve Sonuç

Ahzab sûresinin 33. âyetindeki ehl-i beyt kavramıyla ilgili toplam 32 müfessirden tespit etmiş olduğumuz bu dört farklı anlayışı değerlendirdiğimizde, şöyle bir görünüm ortaya çıkmaktadır: Ahzab sûresi, Hicretin beşinci yılında, Ahzab, diğer adıyla Hendek savaşından sonra indirilmeye başlanmıştır. Ortam, Vahy’in direktifleri ve Hz. Peygamber’in önderliği ile bireysel, sosyal, siyasî ve hukukî kurumların hızla şekillendiği bir ortamdır. Bireysel ve sosyal her olaya, hatta akıl ve realite yönünden gerçeği yansıtmadığı halde, asırlardan beri doğru kabul edilen her geleneğe müdâhale edilmekte ve medenî bir toplumun inşa süreci, akla, bilime ve hayatın gerçeklerine uygun kural ve yasalarla devam etmektedir.

Söz konusu 33. âyetin de içerisinde yer aldığı bu pasajda, sosyal kurumların en alt ve en önemli birimlerinden olan âilede, ekonomik yetersizlikten kaynaklanan tipik bir karı-koca geçimsizliğine evrensel bir çözüm getirilmektedir. Tarihî tespite göre, Hz. Muhammed, risâlet görevinin yaklaşık on sekiz veya on dokuzuncu (13+5) yılındadır. Onun, Peygamber olmasına rağmen, Allah ve İlahî yasalar karşısında hiçbir ayrıcalığı bulunmamaktadır. Onun hayatı gizli bir el tarafından yoluna konulmuş sorunsuz, sıkıntısız bir hayat, hanımları da birer melek değildir; bir beşer olarak onun da âilevî sorunları bulunmakta ve o sorunlar da beşerî sosyal hayatın bir parçası olarak indirilmekte olan âyetlerle çözümlenmektedir.

Rasulüllah (sav)’ın hanımları, ki bu âyetler indirildiği zaman sayıları dokuz idi,  onlar da, diğer kadınlar gibi, zaman zaman kocalarından şikâyet etmekteydiler; onlar da, dünya hayatının nimet ve ziynetlerinden kendilerini yeterince istifade ettiremediği için veya kendi aralarındaki kıskançlıkları sebebiyle kocalarını üzüyorlardı... Onların bu sefer ki şikâyetleri, belli ki, hep birlikte kocalarına karşı üzücü bir tavra dönüşmüştür. Fakat onlar, kocalarının bir Allah Elçisi olduğunu ve özel görevi sebebiyle, ekonomik imkânlarının kısıtlı olduğu gerçeğini düşünemediler. İstemekte haklı oldukları  taleplerinden, Rasulüllah’ın hatırı için fedakârlık etmeyi akıllarından bile geçiremediler. Sonuçta bu konu, dışarıya aksedecek kadar âile içi bir meseleye dönüştü... Gelir kaynakları belli ve kısıtlı olan Müslüman bir kocanın, karısının bu veya benzeri bir talebini meşru yoldan karşılama imkânı hiç bulunmuyor, hanımı ise, ‘âilenin huzurunu bozmaya değer mi, değmez mi?’ demeyip tâviz vermeden talebinde diretiyorsa... İşte, Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’in şahsında yaşanan böyle bir hadisenin hallinde, en son başvurulabilecek bir çâreyi onlara da bir çözüm yolu olarak önermiştir...

Çoğunluğu temsil eden birinci gruptaki müfessirlirin de tespit ettikleri gibi, Hz. Peygamber’in hanımları, kendilerine getirilen bu teklif karşısında Allah’ı, Rasulünü ve Âhiret yurdunu tercih ettiler. Onların, hür irâdeleriyle izhar ettikleri işte bu tercihleri sonucu, Yüce Allah, Peygamberini bir daha üzmemeleri ve evlilik hayatlarını, onu hoşnut edecek şekilde sürdürmeleri amacıyla, doğrudan doğruya hanımlarına hitap ederek bir takım emirler, yasaklar ve tavsiyelerde bulundu. Eğer Peygamber’in hanımları, kendilerine yönelik bu emirlere uyar, yasaklardan kaçınır ve tavsiyeleri uyarlarsa, artık, hem Allah’a ve Elçisine karşı gelmeyip takvâ bilincine ermiş olacaklar hem Rasulüllah’ı üzmeyecekler hem de kendilerini her türlü pislikten uzak tutmuş olacaklar ve Allah’ın arzu ettiği şekilde, tertemiz yaşayacaklardır.

Pek çok müfessirinde dediği gibi bu pasaj, tamamen Hz. Peygamber’in hayatta olan eşleri ile ilgilidir. Burada onlardan başkasının adının açıkça geçmesi bir yana, âyetin zımnında da olsa, onlardan başka hiç kimse ifâde edilmemiştir. Özel hitaplarla tanzim edilen iki kat ceza ve iki kere mükâfatlandırma da, Peygamber’in hanımlarından başkası için söz konusu değildir. Öyleyse, Allah’ın emir ve yasaklarına uydukları takdirde tertemiz olmaları arzu edilen ehl-i beyt de Peygamber’in hanımlarından başkası olamaz!

Şunu da belirtmeliyiz ki, bu pasajda Peygamber’in hanımları da dahil, hiç kimsenin günah işlemekten uzak ve ter temiz yaratıldığından söz edilmemiştir. Aksine, Zemahşerî’nin de belirttiği gibi, Peygamber’in zevceleri, aşırı talepleri yüzünden Peygamber’i üzdükleri için boşanmaları gündeme getirilecek kadar büyük hata içerisindedirler. Allah da onları uyarmış ve terbiyeye dâvet etmiştir; onların hatadan ve günahtan tertemiz olduklarını söylememiştir!...

İkinci gruptaki müfessirler, Ümmü Seleme ve Aişe’den gelen rivâyetleri sahih kabul etmiş, tedkik ve tenkide gerek duymaksızın, âyetin anlam alanını genişletmişlerdir;  bir kısmı ise, 33. âyetteki …ليدهب عنكم … و يطهركم  cümlelerindeki “küm” zamirlerinin Hz. Ali’den dolayı müzekker (eril) geldiği kanaatiyle Hz. Ali’yi, dolayısıyla Hz. Fatıma, Hasan ve Huseyin’i de âyetin kapsamına dahil etmişlerdir...

Kanaatimizce, bu âyetteki zamirlerin, muhataplara uygun olarak müennes (dişil) değil de müzekker (eril) getirilmiş olmaları, Hz. Ali’den dolayı olamaz. Çünkü, her ne kadar şazzları olsa da, kaide gereği, bir metinde böyle bir zamir ile bir şahsa işaret edilebilmesi için, önceden o şahsın ismin açıktan geçmiş olması şarttır. Görülüyor ki, Hz. Ali’nin adı, değil zamirlerden önce veya aynı pasaj içerisinde, surenin tamamında bile hiç geçmemiştir. O halde böylesine temelsiz bir gerekçeye dayalı bir delil, delil olamaz ve onula ayetin kapsamına Hz. Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ve başkaları girdirilemez.

Âyetteki zamirlerin …ليدهب عنكم … و يطهركم  şeklinde müzekker gelmelerinin sebebini, pek çok müfessir gibi Şevkanî de şöyle açıklamıştır: “Küm” zamirlerinin müzekker /eril gelmesi (aslen müzekker olan) “ehl” kelimesi itibariyledir. Tıpkı Allah’ın: “e ta’cebin min emrillahi rahmetullahi ve berakatühü  aleyküm ehle’l-beyt?”  ayetinde hitap Hz. İbrahim’in hanımına olduğu halde eril olarak: “...aleyküm ehle’l-beyt” denildiği gibi. Ve kişi, hanımı ya da hanımlarını kastederek arkadaşına sorar: “Keyfe ehlük” yani ‘hanımın nasıl?’ O da şu cevabı verir: “Hüm bi hayr...” yani ‘onlar iyidirler...’  Görülüyor ki, Şevkanî’nin verdiği bu misallerde, her iki zamir ile de kastedilen kimseler kadın olduğu halde, baştaki “ehl” kelimesi sebebiyle, zamirler müzekker getirilmiştir.

…ليدهب عنكم … ويطهركم‘deki zamirlerin müzekker gelmesinin ikinci sebebi ise, Hz. Peygamber’in de âyetin anlam alanına dahil olmasındandır. İbn Abbas’ın da dediği gibi bahse konu olan “ehle’l-beyt!” “Ehl-i Beyt-i Rasulillah!”dır. Pasajdaki hitaplar ve hukukî, ahlakî, cezaî sonuçlar Peygamber’in hanımlarına ait olunca, âyetin sonuç bildiren cüzü, “Ehl-i Beyt! Allah, ancak pisliği sizden uzak tutmak ve sizi tertemiz yapmak istiyor” illetinin hedefi de onlar olmalıdır. Buna göre âyetteki zamirler hem “ehl” kelimesinden hem de Hz. Peygamber’den dolayı ‘tağlib kaidesi’ gereğince müzekker olarak (كُم /küm) getirilmiştir.

Büyük çoğunluğunu Şiî’lerin oluşturduğu bir kısım müfessirler ise, âyeti kendi bağlamından koparmakla kalmayıp, âyetin, yalnız bir kısmını almışlar, sonra da Ümmü Seleme ve Aişe’den gelen rivâyetleri ona nüzul sebebi olarak ekleyip, o şekilde arzu ettikleri manâya ulaşmışlardır. Ayrıca bunlar, “Ehl-i Beyt! Allah, ancak pisliği sizden uzak tutmak ve sizi tertemiz yapmak istiyor” cümlesinin, bir sonuç cümlesi olduğunu ve bu sonucun gerçekleşebilmesi için, mutlaka bazı önerilere dayandırılması gerektiğini düşünmemişlerdir... Bu tefsirlerde, dil bilimine ve metne itibar ise, hiç söz konusu değildir! O nedenle Tabatabaî, Peygamber hanımlarının, bu âyetin kapsamına dahil edilmesinin imkânsız olduğunu söyleyebilmiş, Ali b. Musa da, tamiz kalmaları ve Peygamber soyuna leke getirmemeleri amacıyla âyetin kapsamına dahil edilebileceklerine izin vermiştir(!)...

Belli ki bu müfessirler, dayandıkları bu hadislerin, literatürde çok sayıda bulunmalarını, sıhhatleri için yeterli delil saymış, metin ve sened tenkidine lüzum görmeden ve âyetlerin lafzındaki mana ile çelişki arzettiğini düşünmeden, âyete nüzul sebebi olarak kabul etmişlerdir. Ayrıca az önce de geçtiği üzere …ليدهب عنكم … و يطهركم cümlelerindeki erkek, muhatap, çoğul için olan كم /kum zamirlerinin getirilmiş olmasını da kanaatlerine, dil açısından yeterli bir delil sayıp ayetteki ehl-i beyt hitabını, sadece Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin ile onların soyundan gelenlere tahsis etmişlerdir.

Rudi Paret ve onun gibi düşünenler, İslâm’a Muhammedanizm, Kur’an’a da Muhammed’in düşünüp ortaya koyduğu beşerî bir kitap nazarıyla baktıkları sürece, onların görüşlerini, âyeti tefsir olarak kabul etmek mümkün değildir. Biz, onun görüşünü, metne tamamen aykırı da olsa, âyete farklı bir yaklaşım getirdiği için burada naklettik...

Tefsirde hiçbir ilke tanımayan, siyasî, hukukî, sosyal ve bireysel inanç ve menfaati sebebiyle ön kabullerini, tavizsiz bir biçimde esas alan ve Kur’an’a öyle yaklaşanlar için “Tefsirde Sorumluluk” adına söylenecek hiçbir söz yoktur. Onlar, Hz. Peygamber’in de işâret ettiği gibi, doğrudan doğruya “fe emmellezine fi kulûbihim zeyğun...” yani “kalplerinde sapkınlığa meyli olanlar...”  âyetinin muhatabıdırlar.  Fakat, iyi niyetle de olsa, zarf-mazruf ilişkisi açısından bakıldığında, âyetin zarfı konumunda olan lafzından çıkan mana ile yetinmeyip, o zarfa Peygamber’in dahil edip etmediğini kesin olarak bilmeden veya onun bile, kendiliğinden o zarfa bir şey dahil edip-edemeyeceğini düşünmeden... özellikle de: “Peygamber’in ehl-i beytinden olmaya onlar da layıktır...” gibi duygusal bir yaklaşımla Allah’ın âyetlerinde yer vermediği bir manayı, o zarfın içine koymak, büyük bir cesâret meselesi olmalıdır! Bizce, bu âyetlerin kapsamı hakkında da Ebu Hanife gibi düşünmek, en doğru yoldur. O demiştir ki: “Kur’an’ı esas almak ve  kim tarafından nakledilmiş olursa olsun, Kur’an’ın açık ifadelerine aykırılığı zâhir olan rivayetlere itimad etmemek ve Hz. Peygamber’e de nisbet edilse, Kur’an’ın verdiği bilgiyle yetinmek en isabetli yoldur.”

“Ey ehl-i Beyt! Allah, ancak sizden pisliği uzak tutmak ve sizi tertemiz yapmak istiyor” hitabı, Hz. Peygamber’in, sâdece hayatta olan hanımlarına özgüdür. Onların dışında hiçbir kimseyi ve hiçbir kesimi kapsamamaktadır! Çünkü pasajın bütünündeki hitaplar, emirler, yasaklar, tavsiyeler ve iki kat ceza ile iki defa mükâfat, sırf onlar içindir... O halde bu âyet, kullanılmakta olan “Ehl-i Beyt” kavramına ve kurumuna Kur’an’dan delil gösterilemez!

Hz. Peygamber’e nisbet edilen hadisler ise, M. İzzet Derveze’nin de dediği gibi, eğer sahih iseler, - ki, onların tetkikini Uzmanları yapmalıdır – Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gibi bu faziletli insanların, Kur’an’a âit bu cümlenin umumi manası içerisine, Hz. Peygamber tarafından asıl muhataplarına ilâve olarak dahil edildiği düşünülebilir. Ama, onların melekler gibi hatasız, günahsız olarak yaratıldıklarından ve hayatları boyunca günah işlemediklerinden, dolayısıyla onların soyundan gelenlerin de, masum olduklarından söz edilemez! Böyle bir düşünce, İslâm’da yoktur…

 

Site tasarımı Mehmet Akif Duman

Elektronik posta adresi