Prof. Dr. Mehmet Zeki Duman

HUZURSUZLUK KAYNAĞI BİR TOPLUM YASASINA KARŞI HAKKINI SAVUNAN MAĞDUR BİR KADININ ÖRNEK MÜCADELESİ

Yasalar Adalet ve Huzuru Sağlamak İçindir. İnsanlık tarihi boyunca peygamberlerin hepsinin tebliğ edip yerleştirmeye çalıştığı ve en son peygamber Hz. Muhammed ile mütekâmil bir hale getirilip uygulanan din İslam'dır. Temel esprisi, Sadece Allah'a boyun eğmek ve O'na gönülden bağlanmak  olan bu ilahi dine ve onun müntesiplerinin inancına göre her şeyin yegâne yaratıcısı, sahibi, yöneticisi... Yüce Allah'tır. İnsan da dahil yaratılmışların tamamı, istese de istemese de O'nun rububiyyetine boyun eğmiş durumdadırlar; zira her şeyi var eden, yaşatan ve öldüren O'dur; her şeyin varlığı ve varlığının devamı sadece O'na bağlıdır. Neticede dönüş de O'nadır...

Alemlerin Rabbı olan Yüce Allah, sıfatlarından birisi de Kahhar olmasına rağmen, dünya hayatında kullarına Rahman Rahîm vasfıyla muamele eder. O adildir, asla kimseye haksızlık etmez. O Halîm'dir, kullarına hep lütuf ile muamele deder; suçluların cezasını genellikle son duruşma gününe  erteler.

 Allah Teala Adem oğlunu, Ahsen-i takvîm üzere yarattı. Onu en güzel biçimde şekillendirdi, eşsiz yetenek ve kabiliyetlerle donattı. Onu, diğer canlılardan farklı olarak temiz ve en değerli rızıklarla yaşattı. Yaratılışları icabı günahtan uzak olan melekleri değil, günaha da sevaba da kabiliyetli olan Adem oğlunu kendisine halife tayin etti. Ezelî, Ebedî ve yüce zatı ve kemal sıfatlarıyla O, yaratılmışlardan hiçbirisine benzememesine /"Leyse ke mislihi şey'ün"  olmasına rağmen kendisini, zübde-i âlem olan insanın temel nitelikleri ile tanıttı. Bununla da insana verdiği değeri bir defa daha ifade buyurdu. İnsan-ı ekber denilen âlemi, âlem-i esğar denilen insan için yarattı. Her şeyi ona boyun eğdirdi ve hizmetine sundu. Allah katında her şey insan için fedadır. O nedenle "Haksız yere bir insanı öldürmek, O'nun katında tüm insanları öldürmek gibidir; bir insanı hayat vermek de bütün insanlara hayat vermek gibidir." ( Maide, 5/32).

 Bütün bu sayısız nimetlere karşılık Yüce Allah'ın insandan beklediği şey ise, insanın Rabb ve Tanrı olarak sadece O'nu tanıması ve O'ndan başkasına kulluk etmemesidir... İnsan oğlu kendisini böyle tanır ve sadece Rabbına kul olursa, kuşkusuz hem yaratılış amacını gerçekleştirmiş olur, hem de dünyada ve ahirette gerçek mutluluğu yakalar.

Bütün bunlara karşın insandan beklenen, Rabb olarak sadece Allah'ı tanıması ve O'ndan başkasına kulluk etmemesidir. Ademoğlu bu ilkeye harfiyyen uyduğu taktirde hem yaratılış amacını gerçekleştirmiş, hem de dünya hayatında ve ahirette gerçek özgürlük ve mutluluğu yakalamış olur. Bu ilkeye kısmen de olsa uymayan ve karşı gelenler insanî kimliklerinden sapmış, kendilerini akılsız, kör ve sağır olarak aşağıların aşağısına atmış kimseler olarak ahirette ebedi azaba mahkûm ederler.

Kainatta, insanın dışındaki varlıkların hepsi insan için, onun dünya hayatındaki refah ve mutluluğunu temin maksadıyla var edilmiş birer araçtır. Tüm donanımıyla kozmoz, yeraltı ve yer üstü zenginlikleriyle arz; hatta melekler, özellikle vahiy elçisi Cibril, insanlar arasından seçilmiş ilim, hikmetle donatılıp vahiy ile desteklenmiş olan Allah'ın en üstün ve en sevgili kulları olan peygamberler, elimizdeki Kur'an-ı Mübin ve ondan önce peygamberlere indirilmiş olan ilahî kitaplar; Tevrat, İncil ve sahifeler... her şey insanın gerçek mutluluğu için birer araçtır, bunlardan hiç biri amaç değildir. O nedenle insan hayatındaki ilmî ve teknolojik tekâmüle paralel olarak yasaların da tekamülü anlayışı çerçevesinde bir önceki peygamberle gelen ilahi hükümlerden bir kısmının sonraki gelenler arasında bulunmayışı gözden kaçmamaktadır...

 Yaratılmışların en üstünü ve en şereflisi olan insan için yegâne amaç Yüce Allah'tır; O'nu yegâne  Rabb ve İlah olarak tanımak, O'na layık-ı vech ile kul olmak ve rızasını kazanmaktır.

İnsan, Allah'ın mülkünde, kendisine lütfettiği sayısız nimetler içerisinde mutlu ve müreffeh olarak yaşarken O'dan başkasına kulluk etmemeli, sadece Rabbına ve O'nun seçkin Elçileri'ne itaat etmeli ki gerçek hak ve özgürlüklerini itminan derecesinde yaşayabilsin ve mutluluğun hazzını doya doya yudumlasın...

 Sosyal bir varlık olan insan, içinde yaşadığı toplumdan ya da fertlerden gelebilecek saldırılara karşı canını, aklını, dinini, neslini ve malını meşru bir biçimde korumak zorundadır. Çünkü insan Allah için, bunlar da insan için son derece değerlidir. Yaşama güvencesi ve hukukun üstünlüğü ilkesi hiç bir insanın vazgeçemeyeceği, ya da kısmen de olsa ihlaline göz yumamayacağı temel haklarındandır. Dinler, ilâhî ya da beşerî sistemler, devletler, anayasa, ona bağlı yasalar, yönetmelikler ve bunlara dayalı olarak kurulmuş olan yasama, yürütme ve yargı başta olmak üzere tüm kurum ve kuruluşlar... bireyin haklarını ve özgürlüklerini savunmak, onun mutluluk ve refahına katkıda bulunacak güvenli bir ortamı sağlamak içindir.

 Kuşkusuz, insanın kendisini mutlu hissetmesi ve hayatından memnun olması, ancak sahip olduğu değerlerin başında gelen canını, aklını, dinini, neslini ve malını koruyabildiği ya da bunların korunduğuna kani olduğu yaşama ortamında mümkündür; emin olmadığı haklarından ve özgürlüklerinden dolayı kendisini güvende hissetmediği bir ortamda hiç bir insanın mutluluğundan söz edilmesi mümkün değildir. Çünkü hür olmak ve kendini güven içinde hissetmek insanın insanlık vasfı ve onurudur. R. Steiner'in dediği gibi, "Biz hür olduğumuz ölçüde gerçek insan oluruz."(La Philosophie de la Liberte, s.157, Prof. Dr. Necati Öner, İnsan Hürriyeti, İst. l982, s.138'den naklen).

 İlahi dinlerin ve beşeri sistemlerin asıl amacı insan için böyle bir hayat ortamını sağlamaktan başka değildir, olmamalı da... Yüce Mevla, insanın dışındaki tüm yaratılmışları insan için ve onun dünya hayatındaki mutluluğunu temin maksadıyla yaratıp hizmetine sunduğu gibi insan yapımı  olan beşeri sistemler ve düzenlemeler de insanın hak ve özgürlüklerini korumak suretiyle onun mutlu ve müreffeh bir hayat sürdürmesine katkıda bulunmalıdır.

 Ne yazık ki, yine kendinin kurdu olan insan oğlu, kurduğu taokratik, totaliter vb. özünde insana saygı unsurunu taşımayan gayr-ı adil sistemler, oluşturduğu imtiyazlı sınıflar ve sadece gücü elinde tutan azınlıkların çıkarlarını koruyan düzenlemeler... vasıtasıyla, hem de hemcinsleri tarafından şan ve şerefine yakışmayan tarzda itilip horlanmaktadır. Yüce Allah'ın mülkünde bir kısım insanlar "mutlu azınlık" olarak yaşarken büyük çoğunluklar ise, Necip Fazıl'ın dediği gibi, "Öz yurdunda garip, öz vatanında parya" durumundadır...

 Kabul edilmelidir ki, uygulamalardan kaynaklanan tartışılır yönleriyle beraber, 21. asrın eşiğinde yürürlükte olan beşeri sistemler içerisinde, bir çok tecrübelerle geliştirilerek bireyin hak ve özgürlüklerini temine uygun hale getirilmiş yegâne sistem çoğulcu demokratik sistemlerdir. Bu gün dünya devletleri arasında birbirinden farklı biçimlerde algılanıp farklı biçimlerde uygulanmasına rağmen ideal demokrasilerde "Hukukun Üstünlüğü" ilkesi, bu sistemin en önemli ve vaz geçilmez ilkelerinden biridir ve Batı'lı bir çok ülkede de büyük ölçüde riayet edilmektedir. Demokrasinin uygulandığı ülkelerde devlet; yasama, yürütme ve yargı başta olmak üzere anayasa ve kanunlar; bunlara dayalı kurumların hepsi bireyin haklarının korunması, bu haklar zafiyete düşürüldüğü zaman da bunların savunulması içindir.

 Bir toplumda, sübjektif bir kavram olan devlet ve onu oluşturan tüm kurumlar bu amacı gerçekleştirmek maksadıyla ve el birliği ile çalışıp mücadele vermiyorsa, o toplumda gerçek anlamda demokrasiden söz edilemeyeceği gibi bireyin özgürlüğünden ve hukukun üstünlüğünden; dolayısıyla o toplumda yaşayan kimselerin mutluluğundan da söz edilmesi mümkün değildir. Bilhassa insanların kendi elleriyle yaptıkları anayasa, ona bağlı yasalar... fertlerin hukukunu değil, fert için olması gerekenleri tabu haline getirmiş, hep onları yüceltiyor, onlar için bireyin temel haklarının çiğnenmesine izin veriyorsa, o toplumda hukukun üstünlüğünden ve yasaların amacını gerçekleştirdiğinden bahsetmek imkansızdır. Çünkü böylesi durumlarda savunulan gerçekten devlet, anayasa ya da yasalar... ve bunlara bağlı diğer kurumlar değil otoriteyi eline geçirmiş olan bir azınlığın yasalar yoluyla halka tahakkümüdür. Böyle bir sistem ister dini olsun, ister beşeri, hiç bir toplumu mutlu edemez.

Denilebilir ki hem vahyin ürünü olan Kur'an-ı Kerim ve Sünnete dayalı yasalar hem de aklın ürünü olan beşeri sistemler ve bunlara bağlı yasalar, sadece insan için; onu mutlu ve müreffeh olarak yaşatmak için birer araçtır, amaç değildir. Zaten amaç ile araç yer değiştirip, araç amaç haline getirildiği yerde ne gerçek özgürlükten ve ne de hakların üstünlüğünden söz edilebilir. Böyle bir toplumda bireylerin mutluluğundan söz edebilmek imkânsızdır.

 Şunu da hemen belirtmeliyiz ki, dış düşmanlara karşı vatanın ve tüm özgürlüklerin sembolü olan bayrağın korunmaya ihtiyacı olduğu gibi amacı insanları mutlu kılmak olan anayasa, ona dayalı yasa ve kurumların da, varsa şayet içteki düşmanlarına karşı korunmağa elbette ihtiyacı olacaktır.

"Devlet otoritesinin yokluğu ile onun aşırı şekilde kullanılması aynı sonuçları doğurur. Her iki halde de insan, insanca yaşama hakkından mahrum kalır."7 Adil ve 7) Necati Öner, a.g.e., s.129. güçlü otorite tarafından korunmadığı taktirde işlevini sürdüremeyecek olan devlet de dahil tüm yasa ve kurumların bir anlamı olamaz. Binaenaleyh insana hizmet ettiği sürece böylesi değerleri yok etme çabası içinde olanlara karşı devlet, yasalar ve tüm yasal kurumla da savunulmalıdır. Ancak bu mücadele dahi, insanın onuru ve insani değerler asla zedelenmeden sürdürülmelidir.

Şurasını da belirtmeliyiz ki yasalar ve yasal kurumlar insan haklarını ve onurunu korumak amacıyla yine insanlar tarafından vaz'edilmiş düzenlemeler olup  hiç bir biçimde dokunulmaz /tabular değildir. Bunlar düzenlenirken çeşitli nedenlerle insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı, hatta bireyin mutsuzluğuna sebep olabilecek bir içeriğe sahip bir mahiyet arzediyorsa, bunlar mutlaka yeniden gözden geçirilip değiştirilmelidir; "yasa böyle diyor" diyerek bir kişi de olsa insanın hukuku korunmalı ve mutsuzluğuna imkân verilmemelidir.

Ali Fuat Başgil'in: "Sağcı ve solcu totaliter rejimlerin kanunları, memleketin başına musallat olmuş zalim bir kliğin kendi mesuliyetini örtmek ve menfaatini idame ettirmek için düşünüp icad ettiği birer baskı aletinden başka bir şey değildir. O halde hürriyeti, mutlak surette kanuna itaattir diye tarif etmek, insanlara açıkça zulme karşı boyun büküp baş eğmeyi tavsiye etmek değil midir? Bu ise içtimai ahlak bakımından  en menfur telakki ve tavsiyedir."( Ali Fuat Başgil, Demokrasi Yolunda, s.98. N. Öner, a.g.e., s. 118'den.) bu sözleri böylesi kanunların kimlere hizmet ettiğini ve diğer insanları, nasıl kanunun kölesi haline getirdiğini  açık bir biçimde ifade etmektedir.

Demokratik sistemlerde devletin de kanunların da asıl sahibi halktır. Binaenaleyh halk bu tür olumsuzluklara karşı mutlaka devletine ve yasalarına sahip çıkmalı; bir kesimin işine yararken büyük çoğunluğu mutsuz eden düzenlemeler karşısında, kendi hak ve özgürlüklerini, yine demokratik kurallar çerçevesinde arayıp savunmalıdır...

Burada, Hz. Peygamber'in yönetimindeki bir toplumda, cahiliyye döneminden kalsa da toplumun benimsediği, fakat zaman zaman bireylerin mutsuzluğuna sebep olan bir yasaya karşı bir mü'min kadının kendi hakkını savunmasını; toplumun lideri olarak Hz. Peygamber'den olumlu bir sonuç alamayınca da, şikâyetini Yüce Allah'a kadar götürme başarısını gösterip haklı olduğu davasının peşini bırakmayan bir kadının mücadelesini bir anekdot olarak anlatmak isterim.

İlgili kaynaklarda nakledildiğine göre Evs b. Samit, aralarında geçen bir tartışma sebebiyle hanımı Havle binti Sa'lebe'ye öfkelenerek:"Sen bana anamın sırtı gibisin" demiş ve toplumda cari olan yasaya göre hanımını kendisine haram kılmıştı. Havle, bir çıkar yol aramak üzere Rasulüllah (s.a.v.)'e geldi ve: Ya Rasulallah! Evs beni nikahladığında genç, çekici bir kadın idim, şimdi yaşım ilerledi, bir çok çocuklarımız oldu, bugün de kalkmış beni anasına benzetiyor; bunu hallet, ben boşanmak, çocuklarımdan ve evimden ayrılmak istemiyorum dedi.

Rasulüllah (s.a.v.):"Ben, bu güne kadar bu hususta bir şey ile emr olunmadım, bana göre sen Evs'e haram olmuşsun." Bu hadisten anlaşılıyor ki, hakkında yeni bir hüküm indirilmediği sürece toplumda cari olan  bir geleneğin  hükmü geçerlidir ve peygamberler de o geleneğe uyarlar. dedi.

Havle: "Ama ya Rasulallah! O, talak sözünü hiç kullanmadı," deyince Rasulullah (s.a.v.) böylesine hayati bir meselede hükmün Cenab-ı Allah'tan gelmesini beklemeyi yeğledi ve kararlılıkla : "Sen haram olmuşsun," sözünü tekrarladı.

Havle binti Sa'lebe toplum nazarında tabu haline getirilmiş bir geleneğin hükmünü tek başına değiştirmeyeceğini ve Rabbı'ndan konu ile ilgili yeni bir hüküm gelmediği sürece Rasulüllah'a yalvarıp yakarmasının da problemine bir çözüm getiremeyeceğini anlayınca doğrudan doğruya Allah'a yöneldi ve: "Allah'ım! Yalnızlığımın şiddetinden ve bana zor gelecek olan ayrılığımın acısından sana şikayet ediyorum; küçük çocuklarım var, onları ona bıraksam zayi olacaklar, kendim alsam aç kalacaklar..." diyerek ağlıyor ve: Allah'ım! Halimi sana şikayet ediyorum, Allah'ım! Peygamberinin dili ile bir vahiy indir." sözlerini tekrarlayıp duruyordu.

O esnada Rasulüllah (s.a.v.)'de vahiy alameti belirdi, bir süre sonra da tebessüm ederek başanı kaldırdı: "Ya Havle! Müjde!" buyurdu ve indirilen ayetleri okudu. (Taberi, Ebu Ca'fer Muhammed b. Cerir, Camiu'l-Beyan fî Tefsiri'l-Kur'an, Beyrut, tsz. XXVIII/2 vd. İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azîm, Kahire, tsz. VIII/60 vd. Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili,VII/4775-4778. )

Herkesin, özellikle de kendisini yalnız hissedenlerin sahibi Yüce Allah, "İnananlara bir rahmet ve şifa"(Yunus, 10/57; İsra, 17/82). olarak nitelendirdiği Kur'an-ı Kerimi'ne girdirilmek üzere indirdiği ve Havle binti Sa'lebe ile birlikte daha nicelerinin başına dert açan bir toplum yasasını kaldırıp, sorunu kökünden halleden şu çözümü getirdi:

"Allah işitti. Kocası hakkında seninle tartışan ve sonunda durumundan Allah'a şikâyet eden kadının sözlerini Allah işitmiştir. Allah sizin karşılıklı konuşmalarınızı dinliyordu. O işitir ve görür.”

“İçinizden kadınlarına zıhar yapanlar, bilsinler ki o kadınlar onların anaları değildir. Onların anaları, ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Onlar, böyle söylemekle çok kötü ve doğru olmayan bir söz söylüyorlar. Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır.”

“Kadınlarına zıhar yapıp sonra da söylediklerine geri dönmek isteyenlerin, hanımlarına dokunmadan önce bir köle azat etmeleri gerekir. Bu hususta size öğütlenen budur. Allah yapmakta olduğunuz şeylerden haberdardır.”

“Köle azat etme imkânını bulamayanlar, kadınlarına dokunmadan önce iki ay aralıksız oruç tutmalıdırlar. Buna da gücü yetmeyenler altmış yoksulu doyurmalıdırlar. Bunlar Allah'a ve Elçisine iman etmeniz sebebiyledir. Bunlar Allah'ın koyduğu yasalardır. Kâfirler için can yakıcı bir azap vardır.”

“Allah ve Elçisi ile yasa koyma yarışına girenler, kendilerinden öncekilerin çarpıldıkları gibi çarpılacaklar. Oysa ki onlara da açık açık âyetler indirmiştik. Kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır.”

“O gün Allah onların hepsini tekrar diriltecek ve yapmakta olup da Allah'ın saydığı kendilerinin ise unuttuğu şeyleri kendilerine bir bir haber verecektir. Allah her şeyi görüp gözetmektedir.” ( Mücadele, 58/1-6 )

Milletimize ait töre ve gelenekler içerisinde böyle bir zıhar geleneği bulunmamakla beraber buna benzeyen bir kısım töre ve geleneklerin varlığı da inkâr edilemez bir gerçektir. Mesela bazı yörelerde, halkımız, özellikle cahil gençlerimiz arasında da: "Anam avradım olsun ki..." şeklinde, hanımını annesine benzeterek yemin etme geleneği yaygındır. Bizdeki bu kötü söz, boşama niyetiyle hanımı için söylenmese de, annesini, cinsel ilişki bağlamında hanımına benzetmesi açısından, âyette de belirtildiği gibi gerçekten "hem çirkin hem de yalan bir sözdür." Böyle bir sözü söylemek, bir mü'mine asla yakışmaz. Bir kişi böyle bir sözü söylemişse, bu sözün kefareti olmak üzere en azından "iki ay peş peşe oruç tutmalı, buna gücü yetmeyen altmış fakiri doyurmalıdır."  hükmünü, şimdilik fıkıhçılarımıza havale ediyoruz...

Ayrıca, bazı yörelerde hâlâ sürdürülmekte olan kan davası, evlenme maksadıyla da olsa kız kaçırmadan dolayı namus davası  ve Trakya'da yaygın olduğuna bizzat şahit olduğumuz amca, dayı, hala ve teyze kızlarıyla oğlanlarının evlenmelerinin, geleneğe dayalı olarak kesin bir biçimde yasak sayılması vb. nadiren de olsa, huzursuzluk kaynağı olabilen daha nice töre ve geleneklerin, bu anlayış çerçevesinde yeniden gözden geçirilmesi gerektiği kanaatindeyiz..

 

Site tasarımı Mehmet Akif Duman

Elektronik posta adresi