AHLAK'IN DAVRANIŞLARA YANSIMASI
Konuya Ahlakı, mahiyetini, kapsamını ve amacını tanıtarak başlamak isteriz. Genel bir ifade ile söyleyecek olursak Ahlak, insanın ruhî-ilahî yönüyle ilgili bir kavramdır. Bir insanın nefsinde yerleşmiş, iyilik ya da kötülük; fazilet ya da rezilet olarak nitelendirilebilecek kalbî /zihni durum, zahiri görünüm, tavır ve davranışların tamamını kapsar. Akıl, ilim ve iradeye dayanmakla birlikte en belirgin özelliği insanda huy olarak yerleşmiş olup hiç zorlanmadan; kolaylıkla yaşanabilen bir meleke olmasıdır.
Ahlak kelimesi lügatta, kişilik, adet, huy, tabiat, seciye ve kuvve gibi anlamlara gelen Hulk ve Huluk kelimelerinin çoğuludur.
Ahlak, Kur'an-ı Kerim'de tekil haliyle iki yerde geçer. Bunlardan birinde, "Bu öncekilerin yalan söyleme adetinden /el-Huluk başka bir şey değildir, biz azap görmeyeceğiz." âdet, alışkanlık[1], diğerinde ise, "Sen elbette muazzam bir ahlaka sahipsin"[2] ayetinde görüldüğü gibi huy, ahlak anlamında kullanılmıştır.
Ahlak, kelime olarak Kur'an-ı Kerim'de az kullanılmakla birlikte ahlakla ilgili olan iş, tavır ve davranışları ifade eden birr, takva, hayr, hasene... ile bunların zıddı olan ism, fücur, şerr, seyyie... kavramlarının kapsamına dahil kelimeler olarak çokça kullanılmıştır. Hadislerde ise, tekil haliyle hulk ve çoğulu ahlak sıkça kullanılmıştır.
Ahlakın, bu güne kadar pek çok tarifi yapılmıştır. Bunlar içerisinde en yaygın olanı İmam Gazalî (ö.1111) ile Seyyid Şerif el-Cürcanî(ö.1413)'nin yapmış oldukları tariflerdir.
İmam Gazalî'nin ahlakı tarifi şöyledir: "Ahlak, nefsde yerleşmiş olup kendisinden fiillerin, fikre ve düşünceye ihtiyaç duyulmadan, herhangi bir zorlanma olmadan kolayca meydana geldiği bir hey'et(meleke)'dir.[3]
Cürcani'nin tarifi ise aşağı-yukarı Gazali'nin yaptığı tarifin aynıdır: "Ahlak, nefiste kalıcı olarak yerleşip kendisinden fiil ve davranışların fikri bir zorlanma ve meşakket olmadan; kolaylıkla hasıl olduğu bir melekedir."[4]
İbn Miskeveyh (ö.1030) gibi diğer İslam ahlakçılarının da paylaştıkları bu tariflerde ahlakı belirleyen ögeleri şöyle tesbit etmemiz mümkündür:
1- İnsanla ilgilidir,
2- Nefisde yerleşip huy halini almış bir melekedir,
3- Fikri bir düşünce ve çaba ile değil,
4- Alışkanlık sonucu zorlanmaksızın, kolayca meydana gelir.
Yukarıda yapmış olduğumuz bu tarif ve tesbitlerimizi çözümlediğimiz taktirde ahlakın mahiyetini de kavramış olacağız.
Denilmişti ki, "İnsanla ilgilidir": Ahlak insanın ruhî /ilahî yönüyle ilgili olduğu için sadece insanla ilgili bir kavramdır. İnsanların dışındaki canlılarda Allah'dan bir cüz olan Müdrike ya da Natıka anlamında ruh bulunmadığından diğer varlıklarla ilgili değildir. Hayvanlarda da yerleşik melekeler vardır. Bunlar için ahlak değil genellikle huy terimi kullanılır. "Huylu hayvan" ya da "huysuz at" sözlerinde olduğu gibi.
"Nefsde yerleşip huy halini almış bir melekedir": Nefis, Lügatta ruh, can, Allah'ın zatı, insanın kendisi; insanın cismine izafe edildiği zaman şehvet ve gazap gibi bedensel hayvanî güçleri mahiyetinde taşıyan meleke anlamına gelir. Nefis bu manaların hepsinde Kur'an-ı Kerim'de kullanılmıştır.
Ahlakçılar açısından Nefs, insanın daha ziyade manevi /ruhî yönünü temsil eden ilahi cevhere verilen isimdir. İnsan onunla canlıdır, o yönüyle görür, işitir /kavrar ve düşünür. Dolayısıyla nefs, insana özgü, idrak sahibi bir melekedir.
Tasavvuf ehline göre nefs, şehvet ve gazap gibi bedensel güçleri kendisinde bulunduran ahlaki-psikolojik bir güçtür. Bu anlayışa göre nefs "kötülüğü çok emrettiği"[5] için aynı zamanda kötü niteliklerin bir ilkesidir.[6]
Gerek ahlakçıların gerekse mutasavvıfların yapmış oldukları bu tariflerden anlaşılıyor ki nefs, insanın ahlaki-psikolojik yönü ile ilgili olup tabiatındaki aslî unsurlardan olan şehvet ve gazap özelliğine rağmen onu diğer canlılardan ayıran ve yücelten bir cevherdir.
Nefsi kısaca tanıdıktan sonra belirtmeliyiz ki, bir vasfın ahlak niteliğini kazanabilmesi için onun, alışkanlık sebebiyle nefisde yerleşmiş, şahsın kişliğini yansıtan bir huy, adeta ikinci bir tabiat halini almış bir meleke olması şarttır.
Zaman zaman gelip geçici olan tavır ve davranışlara hal denir. Bu nedenle insanda değişkenlik arz eden haller ahlak olarak nitelendirilemezler. Mesela korktuğu zaman kişinin benzinin sararması, kalbinin ya da bedeninin titremesi, utandığında yüzünün kızarması... geçici hallerdir, ahlak değildir. Fakat yufka yüreklilik /kabalık, merhametlilik /acımasızlık, yiğitlik /korkaklık, cömertlik /cimrilik, iffetlilik /aşırılık, haya /utanmazlık gibi duygular gelip geçici olmaksızın insanda yerleşip huy, meleke halini almışlarsa, işte o zaman bun ahlak olarak nitelendirilirler.
Fikri bir düşünce ve çaba olmadan: bir iş ya da bir davranışta bulunmadan önce "şöyle mi yapsam, böyle mi?"; "İyi mi olur, kötü mü?"... şeklinde bir teemmül ya da düşünce safhası geçirilmeden yapılanlar ahlaklı davranışlardır. Bir an dahi olsa, düşündükten ve menfeatine uygun olup olmadığını araştırdıktan sonra yapılan iş ve davranışlar ahlak niteliğinden uzaktır. Çünkü yapılmasının gereği hissedilir edilmez yatkılnlık ve alışkanlık icabı hemen yapılan şey ahlaktır.
Alışkanlık sonucu olup zorlanmaksızın, kolayca meydana gelir: Dıştan ve içten gelen hiç bir zorlama ya da zorlanma olmaksızın insanın tabiatından kaynaklanan bir duygu ve arzu sonucu yaptığı iş ve davranışlar ancak ahlaklı davranışlardır. Bir kimse, hep zorlandığı ve kendisini baskı altında hissettiği için birine bir şeyi veriyor veya herhangi bir baskı olmamakla beraber tabiatı icabı istemeye istemeye birine yardım ediyorsa bu durumda vermesi ya da yardım etmesi de o kimsenin cömert veya yardımsever olduğunu ifade etmez. Yani böylesi davranışlar ahlaklı davranış sayılmaz.
Kolaylıkla meydana gelmesi şartı ise, aynen usta bir saz sanatçının parmaklarının ya da mızrabının gerektiği zaman gerektiği yerde olarak sanatını icra etmesi... daktilonun tuşlarını on parmağıyla kullanan kâtibin... nerede, hangi hareketi, hangi organıyla ve nasıl yapacağını hiç düşünmeden, otomotik olarak beceren usta bir şoförün... yaptığı gibi, bir tavır, bir davranış ve nitelik kişide adeta kendiliğinden hasıl olurcasına yapılıyorsa işte bu ahlaktır.
"Ahlak'ın ilim ya da zeka ile de ilgisi yoktur" denilir. Çünkü nice ilim erbabı vardır ki çevresince sevilmez veya nice zeki insanlar vardır ki, çevresinde şeytan olarak nitelendirilirler. Bunun tersi de vakidir. İlmi yok, ama güzel ahlakı sebebiyle övülmeyi hak eden insan da çoktur...
Ahlakçılar, sahibine kazandırdığı saygınlık, değer ve fazilet sebebiyle ahlakı "Ahlak-ı Hasene" ve "Ahlak-ı Hamide" şeklinde güzel ahlak ve kişinin toplum içerisinde saygınlığını kaybettirmesine, yerdirmesine ve kadr u kıymetini düşürmesine bakarak da "Ahlak-ı Seyyie", "Ahlak-ı Zemime" şeklinde kötü, çirkin ahlak kısımlarına ayırmışlardır.
Ahlak İlmi Profesörlerinden değerli dostum Mustafa Çağrıcı'nın da belirttiği gibi hem halk arasında hem de ilgili literatürde bir galat-ı meşhure olarak Ahlaklı veya Ahlak sahibi denildiğinde hep "Güzel Ahlak", Ahlaksız denildiğinde ise "Kötü ya da Çirkin Ahlak" anlamı kast edilir. Biz de ister istemez, bu yaygın yanlışı işlemekteyiz.
Ahlakın kapsamına gelince, Tirmizî'nin naklettiği bir hadiste Hz. Peygamber şöyle demiştir: "Es-Semetü'l-Hasenu ve't-Tüedetu ve'l-İktisad, yani husn-i hal, teennî, iktisad peygamberliğin kırkta biridir."[7]
Peygamberler ahlaken yüce ve seçkin insanlardır. Demek ki onlar bu yücelik ve seçkinlik vasfını her zaman ve her yerde kılık ve kıyafetlerine dikkat etme söz ve davranışlarına titizlikle özen göstermeleri sonucu güzel görünme, acelecilik etmeme, düşünerek hareket etme ve ölçülü davranma huy ve alışkanlıkları ile kazanmışlardır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi ahlak insanın sadece davranışlarını değil, kalbi duygu ve düşüncelerini; içinin dışarıya yansıması sonucu zahiri görünümünü, davranışlarını, tavır ve hareketlerinin hepsini kapsar. Tabii ki bunlar öncelikle insanın kendisiyle, sonra diğer insanlarla barışık, kalben ve zihnen arı, duru ve mükemmel olmanın sonucu olursa ahlak vasfını alır. Düşünce boyutu ile dışa yansıyan boyutu, başka bir ifade ile içi ile dışı bir olmayan hiç bir tavır ya da iş ahlaklı bir tavır ve iyi bir iş vasfını hak etmez.
Allah Teala: "Göklerde ve Yerdekilerin hepsi Allah'ındır. İçinizdekini ister açıklayın, isterseniz onu gizleyin; Allah onunla sizi hesaba çekecek; dilediği kimseyi bağışlayacak dilediği kimseye de azap edecektir. Allah'ın her şeye gücü yeter."[8] demiştir.
Bu ayetten açık ve net olarak anlaşılıyor ki, sorumluluk çağına gelmiş her kişi, sadece açığa çıkan iyi ya da kötü fiil ve davranışlarından değil zihni faaliyetlerinden, tasavvuf ehlinin ifadesiyle kalbî fiillerinden de sorumludur; Allah affetmediği takdirde bunlardan da sorgulanacak ve ceza görecektir.
İslam'da "Ameller niyetlere göre değerlendirilir"[9] ilkesi esastır. Niyetler ise felsefecilere göre zihnin, mutasavvıflara göre kalbin, ahlakçılara göre de nefsin faaliyetleridir. Kötü ya da iyi, bilerek ve isteyerek yapılan her iş mutlaka zihnin bir dizi faaliyetinden sonra gerçekleştirilir. O nedenle işlerin iyi veya kötü olarak yapılması zihinlerin iyi ya da kötü faaliyetlerinin sonucudur. Bir kişi, Allah'tan başka, birlikte yaşadığı insanlar nazarında ne kadar iyi bilinirse bilinsin! Eğer bu insan kötü bir işi yapmağa niyetlenir, kimsenin olmadığı yeri(!) araştırır ve kendince fırsatını bulduğu anda yasak olan işi yapacak olursa, bu ahlaken kötü bir insandır. Aynı şekilde fırsatını bulamadığı için kötülük yap(a)mıyor veya korktuğu için iyilik yapıyorsa, bu kimseye de güzel ahlak sahibi denilemez.
Gazali'nin de belirttiği gibi fazilet, arzular güçlü, ortam (esbap) uygun, engeller ortadan kalkmış olduğu halde, özellikle de arzu edilmesine rağmen kötülüğün işlenmemesidir."[10]
Yani bedensel güçlerimizle akli ve iradi güçlerimizin savaşı sonunda akıl ve irade galip geldiği an ahlaktan ve faziletten söz edilebilir. Değilse bu rezaletten başka bir şey sayılmaz.
Mesela birinin namusuna ya da malına göz koymuş, zihnen ve hayâlen onunla meşgul olup, bunu gerçekleştirmenin imkân ve fırsatını kollayan bir kimse... yapmak için fırsatını bulduğu ve yapmak üzere eyleme geçtiği bir anda, aczinden ötürü veya üstüne birinin geldiğini sezinler sezinlemez o işi yapmaktan vazgeçmişse, bu kişi yakalanmadığından ötürü hukuken olmamakla birlikte Allah nazarında ahlaken suçludur ve kesinlikle o kötülüğü yapmış sayılır. İşte bu yüzden de Allah dilerse affeder, dilerse hesaba çekip cezalandırır...
"Hicap Ayetleri"nin nüzulü, Kur'an-ı Kerim'de “Sahabilerin ve Rasulüllah’ın zevcat-ı tahirat'ının kalplerinin temiz kalması” illetine dayandırılır. Şöyle ki, söz konusu ayetlerin lafzından da anlaşılabileceği gibi sahabeden biri, Rasulüllah'ın vefatından sonra Hz. Aişe ile evlenmeyi tasarlamış ve kalbinde gizlediği bu arzusunu bir dostu ile paylaşmıştır. Henüz sözden ve tasarıdan öteye geçmemiş olan onun bu düşüncesi Rasulüllah (s.a.v.)'den ziyade Cenab-ı Allah üzmüş ki, derhal indirdiği şu ayetlerle o sahabiyi ikaz ve itapla cezalandırmıştır:
"... Peygamber'in hanımlarından bir şey isteyeceğiniz zaman bunu, perde arkasından isteyin. Böyle yapmanız sizin ve onların kalpleri için en temiz bir davranıştır. Allah'ın Rasulünü üzmeniz ve onun hanımlarını vefatından sonra nikâhlamanız size yakışmaz. Sizin böyle düşünüp bunu yapmanız Allah nazarında büyük bir olaydır.”[11]
"Bir şeyi ister açıklayın ister gizleyin. Kuşkusuz Allah her şeyi çok iyi bilir."[12]
Evet, bu sahabi düşüncesini bir yakınına söylediği için değil, zihni bir faaliyetinden dolayı Allah nazarında ahlaken suçlu bulunmuş ve düşüncesi yakışıksız; hatta Allah nazarında büyük bir suç olarak nitelendirilmiştir.
Fakat bu durum iyi anlaşılmalı ve Hz. Peygamberin şu hadisinde söylemek istediği şey ile karıştırılmamalıdır: "Bir mü'min birine bir iyilik yapmayı düşünür ve imkânını bularak bu iyiliği yaparsa iki sevap; imkân bulamadığı için yapamazsa bir sevap kazanır. Bir mü'min birine bir kötülük yapmayı tasarlar ve imkânını bularak bunu yaparsa bir günah, iradesiyle o kötülüğü yapmaktan vazgeçerse bir sevap kazanır."
Yukarıda da açıkladığımız gibi Ayette söylenen ile Hadiste söylenen aynı şeyler değildir. Birbirlerinden çok farklıdırlar. Hadiste söylenmek istenen şudur: Nefsî isteklerine mağlup olmuş olarak kötülüğe meyleden bir mü'min, tam işin başına geçtiği anda yapacağı şeyin gayr-ı insani bir iş, kendisinin de Allah'a isyan etmek üzere olduğunu düşünür veya bir uyarıcı tarafından uyarıldıktan sonra arzu ettiği ve imkânı olduğu halde kendi iradesiyle elini eteğini o işten çekerse... asıl zihnen /kalben temiz olan ve nefisine hâkim olan güzel ahlak sahibi, işte bu kişidir. Peygamber Efendimiz işte bu kişiye, bu tavrından dolayı "bir sevap kazanır", demiştir:
Hz. Peygamber: "Komşusu şerrinden emin olmayan kimse vallahi mü'min değildir"[13] demiş ve bu yemini üç defa tekrar etmemiş midir?...
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki ahlak, sadece zahirde yaşanan ve görünen iş ve davranışlarla ilgili olmayıp, kalbi fiiller /zihnî durum ile de ilgilidir. İşte bu nedenlerle denilebilir ki, ahlakî davranışların sorumluluğu gerektiren kısmı bu davranışları mümkün kılan kaabileytler ve alışkanlıklardan öte zihniyet boyutudur; Allah korkusu ve sorumluluk düşüncesidir. Zaten Fiil ve davranışlar, ancak aklın, iradenin ve iyi niyetin sonucu olarak vücuda gelirse ahlakîlik özelliği kazanır, değilse, güzel de olsalar ahlakî sayılmazlar.
Ahlak'ın gayesini de Kadî el-Beydavî'nin şarihlerinden olan Şeyhzâde'nin "Rüasul size örnek /şehîd sizde insanlara örnek /şüheda kimseler olasınız diye böylece sizi orta bir ümmet yaptık..."[14] ayetinde geçen "Vasat ümmet" kavramını tefsiri ile açıklamak isteriz.
Şeyhzâde şöyle demiştir. Vasat orta demektir. Bir çemberin her noktasına eşit uzaklıkta olan kısmına veya bir düzlemin iki ucuna da aynı mesafede olan noktaya orta denir. Bu kelime daha sonraları ahlak biliminde insan ya da insan toplumuna istiare olarak kullanılmağa başlanmıştır.
Vasat insan, vasat ümmet sözü de tavır ve davranışlarında ifrat ve tefritten uzak ve ahlak-ı hamide; ilim, irfan ve fazilet için istiare olarak kullanılmıştır.
Şüphesiz ilim, irade ve salih amel vasıtasıyla reziletlerden arınmak ve hikmet, iffet, şecaat ve adaletle donanmak kişiyi seçkinliğe, iyi ve dengeli bir insan olmağa götürür. Aslında her insanın özellikle mü'minlerin ifrat ve tefritten uzaklaşıp nefsi güçlerinin tamamında i'tidali kazanması; ameli ve ahlaki cephesini olgunlaştırmak suretiyle övülen güzel huylar ile hayatını ve gidişatını dengelemesi insan olmanın bir gereğidir. Bunu gerçekleştirebilmesi için Allah insan oğluna üç ruhî ve bedeni güç /meleke vermiştir. Bunlar,
1- Kuvve-i Akliyye veya ilmiye (Bilgi gücü)
2- Kuvve-i Şeheviyye (Arzu ve istek gücü)
3- Kuvve-i Gadabiyye (Öfke-Tepki gücü).
Ebu bekir er-Razi, İbn Miskevey ve İmam Gazali, gibi tüm ahlakçıların da kabul ettikleri gibi bu güçlerin her birinin bir ileri /ifrat, bir geri /tefrit ve bir de orta /i'tidal derecesi vardır.
Kuvve-i Akliyye veya İlmiye'nin ileri, aşırı derecesi Cerbeze (menfeat ve enaniyet adına, arzuları hesabına akı kara, karayı ak gösterme; aklı ve zekayı bu yönde kullanma demogogluğunun adıdır. Buna şeytanlık da denilir), geri derecesi Ğabavet (budalalık), orta derecesi ise Hikmet denilen fazilettir.
Kuvve-i Şeheviyye'nin ileri, aşırı derecesi Sefahat, geri derecesi Cümudet (donukluk) (Bazıları bunun ifrat derecesine takvanın zıddı olan fücur, tefritine bürudet yani soğukluk demiştir), orta derecesi ise İffet adı verilen fazilettir.
Kuvve-i Gadabiyye'nin ileri, aşırı derecesi İnhimak (Saldırganlık) (Bazıları bunun ifrat derecesine tehevvür, yani aniden öfkelenme ve şiddetli kızgınlık), geri derecesi Cebanet (korkaklık) orta derecesi ise Şecaat denilen fazilettir.
Ruhun üç kuvvesinin ifrat ve tefrit derecesinden rezillikler, mu'tedil ve ölçülü olmasından ise aslî faziletlerin kaynağı olan Hikmet, iffet ve şecaat vücuda gelir. Bu üç kuvvenin i'tidal noktalarının birlikte ve aynı kişide bulunması ise o insanı adalet sahibi yapacağından şüphe edilmemelidir. İşte bu dört kuvveye sahip olan her insan vasat insan, ve her topluluk vasat ümmet vasfını hak etmiş olur ve diğerlerine örnek, numune-i imtisal olma hakkını kazanır.[15]
İslam ahlakının temellerini oluşturan hikmet, iffet, şecaat ve adalet, bu dört aslî fazilette itidalin kemaline ulaşabilmek şüphe yok ki insanlığın en yüce mertebesine ulaşmak ve Allah'a yakın olmak demektir.
İşte İslam Ahlakının gayesi, her insanı yaşayacağı riyazet ve mücahede ile sahip olduğu bedenî ve ruhi kuvvelerinin aşırılklarından arındırmak ve tabiatında mevcut olan bu dört kuvvede itidal noktasına yücelterek Rabbına yaklaştırmaktır. O'nun sevgisini, hoşnutluğunu kazandırmak ve"Nefsini arındırıp yüceltenler başarıya ulaşmışlardır."[16] ayetinde ifade edildiği biçimde dünya ve ahirette gerçek başarıya ve mutluluğa ulaştırmaktır, dersek kanaatimizce yanılmış olmayız.
Çok önemli gördüğüm bir hususuda burada belirtmek isterim. Bizim uhrevi saadet ve mutluluğumuz ne ibadetlerimizin, ne de güzel ahlakımızın bize kazandırabileceği bir değerdir. Cennet ve nimetleri... ancak layık olan kullarına Allah'n merhameti, bağışlayıp tezkiye etmesi sonucu ulaşılabilecek bir lütuftur.
O Buyurmuştur ki, "Eğer siz, yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, biz de sizin küçük günahlarınızı örteriz ve girilecek en değerli bir yere /cennete girdiririz."[17]
Bu ayette Allah Teala, uzak kalamayacağımız büyük günahlardan, üzerimize geldikçe kaçınma ve işlememe şartını bize, buna mukabil küçük günahlarımızı örtme ve bağışlama va'dini de kendisine ayırmıştır.
Bir hadisinde Rasulüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: Ey ashabım Allah'tan çok, çok bağışlanma ve merhamet dileyin. Zira sizin hiç birinizin yaptığı sizi cennete götürmez.
Bu şok edici söz üzerine sahabiler bir süre sustuktan sonra, içlerinden biri: "Peki ya Rasulallah! Senin yaptığın da seni cennete götürmez mi?" dedi. O: "Evet, Rabbımın lütfu ve merhameti olmazsa, benim yaptıklarım da beni cennete götürmezdi." dedi.()
Gerçekten bu hadis, Kur'an-ı Kerim'in de işaret ettiği ve hiç bir zaman göz ardı edilemeyecek derecede çok önemli bir gerçeği ifade etmektedir. Zira bir ayette Allah Teala:
"Sana erişen her iyilik Allah'tandır. Başına gelen her kötülük ise nefsindendir..."[18] diyerek bizim akli ve iradi gücümüzü aşanların dışındaki bela ve musibetlerin hepsinin kendi işlediğimiz günah ve kusurlarımızın bir sonucu olduğunu belirtmiştir.
Aklımıza hemen "Kuşkusuz yapılan iyilikler kötülükleri giderirler."[19] ayeti geliyor ve arkasından da Rasulüllah (s.a.v.)'in, "İşlediğin bir kötülüğün ardından hemen bir iyilik yap ki, onu yok etsin."[20] hadisi...
O halde bizim yaptığımız ibadetler ve iyiliklerimiz kötülüklerimizi yok etmeğe yetmiyor mu? Dediğimiz an, şu ayetin bize cevap teşkil ettiğini düşünebiliriz:"Başınıza gelen her musibet ellerinizin kazandıkları sebebiyledir; çoğunu da Allah affediyor."[21]
Demek ki, yaptıklarımız ettiklerimizi karşılamıyor; iyiliklerimiz ve ibadetlerimiz kötülüklerimizi örtecek ölçüde değil! Biz ancak Allah'ın lutfu ve affı ile hayatımızı sürdürebiliyoruz. Yani yaşamamız dahi Yüce Allah'ın bağışlaması sayesindedir.
Bunları düşünürken şu ayet:"Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, yer yüzünde hiç bir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor..."[22]
Bunun ardından: "Şayet Allah'ın sizlere lütfu ve rahmeti olmasaydı, sizden hiç kimse, asla temize çıkamazdı."[23] ayet ve ayetler...
O halde anlaşılıyor ki Rasulüllah (s.a.v.) doğru söylemiş. Hem bizi kuşatan hayatımızın hem de ahiret mutluluğunu nasıl kazanılabileceği gerçeğini söylemiş... İnandık ki, bizim yapıp ettiklerimiz bizi cennete götürmez. Ancak Gerçek olan imanımız, Allah'a kulluk bilinci ve takva hedefine yönelik mücahede ve gayretlerimiz ile bundaki samimiyetimiz ve bütün bunların bir ifadesi olan güzel ahlakımız bizi Allah'a yaklaştıracak ve hoşnutluğunu kazandıracaktır, itaat ve ibadetlerimiz değil...
Evet, şayet Allah'ın lütfu ve keremi olmazsa, peygamberler de dahil hiç bir insan, ne dünyada ne de ahirette asla temize çıkamaz ve gerçek başarı ve mutluluğa kavuşamaz!
Binaenaleyh ahlakın amacı Allah'ın rızasından başka olmamalıdır; hatta ahlakî niteliklerde belli bir olgunluğa erdikten sonra cennet ve cehennem ümidi dahi olmamalıdır. İman, ahlak ve ibadetlerin hepsinde yegâne amaç sadece Allah'a layık kul olabilmek ve onun rızasını kazanmak olmalıdır. Zâten ahlâkî kemâle ermiş olan yüce şâhsiyetler hiçbir zaman Allah’tan ibâdetlerine karşılık beklemezler; cennet ümidi ya da cehennem korkusuyla ibâdeti ahlakdışı bir iş olarak bilirler.
Gerçi Allah Teala Kur'an-ı Kerim'inde cennetleri samimi gayretlerimiz, itaat ve ibadetlerimiz için hedef olarak göstermiş ve "Rabbınız tarafından bağışlanma ve genişliği yer ve gökler genişliğinde olan cennetler için birbirinizle yarışın..."[24] buyurmuştur.
Ayrıca pek çok ayette, inanıp salih amel işlediğimizde bizlere cennet ve çeşitli nimetlerini vaat etmiştir. Bunlar, cennet ve çeşitli nimetler ümidiyle olduğu gibi cehennem ve korkunç bela ve musibetlerden emin olmak için ibadet ve itaat edilebileceğini ifade ederler. Fakat bu durum, henüz beş-altı yaşlarındaki çocuğu namaza ve güzel ahlaka teşvik etmek veya bilgisiz âmî birisini kötülüklerden uzaklaştırıp Allah'a itaate alıştırmak için yapılanlar gibi bir şeydir. Zira gerçek mü'min, ilim ve irfan ile Rabbini tanıdıkça, ilmî düzlemde Ayne'l-Yakin ve Hakka'l-Yakin derecelerinde imanı pekişip kıvamını buldukça gerçek anlamda kulluk bilincine eren kişidir. O, Hz. İbrahim misali kenidisini, bütün varlığıyla Rabbinin emir ve yasaklarına bırakmıştır. Meşhur mutasavvifelerden Rabiatü'l-Adeviyye’nin şu sözü, bu konuda güzel bir örek olarak kabul edilir:
"Ey Rabbım! Şayet cennetini ümit ederek sana kulluk ediyorsam, cennetini bana haram kıl, cehenneminden korktuğum için sana ibadet ve itaat ediyorsam, cehennemini bana helal kıl... Yok sana, senin için kulluk ediyorsam cemal-i bâ kemalini bana rûzi kıl."Ya da
Yunus Emre gibi :
Cennet, cennet! dedikleri,
Bir kaç melek bir kaç huri!
İsteyene ver ânları
Bana seni gerek seni...
İslam'da ahlakın asıl iki kaynağı Kur'an-ı Kerim ve O'nun ışığında oluşan Hz. Peygamber'in Sünnetidir. Daha sonra bu iki aslı takip eden bilgili ve muttaki mü'minlerdir.
İnsanların tamamına yol gösterici ve aydınlatıcı bir klavuz olarak indirilen Kur'an-ı Kerim sayesinde ilk müslümanlar, Hz. Peygamber'in kendilerine tilavet ettiği Kur'an ile bilmedikleri gerçekleri öğrendiler, onunla cahiliyye döneminin akıl ve mantık dışı zihni yapıdan, insanlık dışı hayat anlayışından, vahşi ve zorbaların hakim olduğu yaşam tarzından, kör taklide dayalı inanç, adet ve geleneklerinden arınarak temizlendiler, gerçek hüviyetlerine, insani değerlerine yeniden kavuşup aslî ve tabii niteliklerinde giderek yüceldiler; Kitabı ve hikmeti; onun kılavuzluğunda bilmedikleri daha pek çok şeyi öğrendiler.[25]
"Muazzam bir ahlak üzere olan"[26] Hz. Muhammed, Allah'ın kendisine ilim ve hikmet verdiği, kitap indirdiği en son peygamberidir. O asrının ve kıyamete kadar gelecek olan Adem neslinin en seçkin ve mükemmel insanıdır. 23 yıllık vahiy sürecinde Rabbından aldığı eğitim ve terbiye ile muazzam bir ahlaka ve insani niteliklerinde kemal mertebesinde olgunluğa sahip eşsiz bir kılavuz ve yegane örnek şahsiyettir. Gelişi "Alemlere rahmet" yaşayışı hikmet, iffet, şecaat ve adalet olan mükemmel bir insandır. İşte bu nedenlerle Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin sünneti İslam ahlakının temel iki kaynağıdır. Sahabiler işte bu iki kaynaktan beslenerek Asr-ı Saadeti yaşadılar. Allah'ın ifadesiyle "İnsanlar için çıkartılmış en iyi bir toplum", aşırılıklardan uzak "Orta bir ümmet" oldular.
Sa'd İbn Hişam anlatıyor. Hz. Aişe'ye gidip, "Ey mü'minlerin annesi! Bana Rasulüllah (s.a.v.)'in ahlakından bahset" dedim. O, "Sen Kur'an okumuyor musun? dedi. Ben "Evet, okuyorum" dedim. O halde git Kur'an oku, zira "Nebi'nin ahlakı Kur'an idi." dedi.[27]
İşte bu iki kaynak ve bunlardan beslenen muttaki mü'minlerin örnek vasıfları ve düşünceleri de İslam düşüncesini genel hatlarıyla belirlemiş ve İslam ahlakının da ilkelerini koymuştur
Dipnotlar:
[1] Şuara, 26/137,138.
[2] Kalem,68/4.
[3] Gazalî, İhya, III/52.
[4] Bkz. eş-Şerîf Ali b. Muhammed el-Cürcanî, Kitabu't-Ta'rifat, HLK mad.
[5] Yusuf, 12/53.
[6] Gazalî, a.g.e., III/4;Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Ana Hatlarıyla İslam Ahlakı, İst. l991, s.139.
[7] Tirmizi, Birr ve's-Sıla, 66, 2010.
[8] Bakara, 2/284.
[9] Buharî,Bed'u'l-Vahy,1.
[10] Gazali, a.g.e., III/90; Çağrıcı,a.g.e.,s.144.
[11] Ahzab, 33/53.
[12] Ahzab, 33/54.
[13] Buhari, Edeb,29.
[14] Bakara, 2/143.
[15] {Bkz. Şeyhzade, I/445; Gazali, a.g.e., III/53; Kınalızâde Ali Efendi, Ahlak-ı Alâ-î, Yayına hazırlayan: Hüseyin Algül, İst. Tsz. s.91-123; M. Çağrıcı, a.g.e., 122 vd.; Ahmet Hamdi Akseki, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, (Sadeleştiren: Dr. Ali Arslan Aydın),Üçüncü Baskı, tsz.s. 191 vd.}
[16] Şems, 91/9,10.
[17] Nisa, 4/31.
[18] Nisa, 4/79.
[19] Hûd, 11/114.
[20] Tirmizî, Birr, 55.
[21] Şûra, 42/30.
[22] Nahl, 16/61.
[23] Nur, 24/21.
[24] Al-i 'Imran, 3/133.
[25] Bkz, Bakara, 2/129; Al-i 'Imran, 3/164.
[26] Kalem,68/4.
[27] Müslim, Müsafirun, 18, 139.