KUR’AN’IN LEVH-İ MAHFUZ’DAN CİBRİL’E İNTİKALİ VE Hz. PEYGAMBER’E İNZALİ
Prof. Dr. Mehmet Zeki DUMAN
GİRİŞ
Kur’an-ı Kerim açısından, Allah Kelamı’nın, Hz. Peygamber’e indirilmesi de dâhil, üç nüzul sürecinden geçtiği söylenebilir. Bunlardan birincisi, Kur’an’ın henüz gökler ve yer yaratılmadan önce tüm olacaklarla birlikte bir “levh”e /”Levh-i Mahfuz”a kaydedilmesi, ikincisi Levh-i Mahfuz’daki Kur’an’ın Hz. Peygamber’e inzal etmek üzere Cibril’e intikali, üçüncüsü ise Levh-i Mahfuz’dan alınan Kur’an’ın, Cibril vasıtasıyla Hz. Muhammed’e, yaklaşık yirmi üç yılda pasajlar hâlinde inzal edilmesidir. Bu süreçlerden birincisini, hakikati gereği, belki süreç olarak ve nüzül kavramıyla ifade etmek pek isabetli gözükmeyebilir. Fakat Allah Teala’nın, hakikatini ve gerçek mahiyetini idrakten aciz olduğumuz Levh-i Mahfuz’u bir kitap /“Kitab-ı Mübin” olarak nitelendirip, İlahî Kitaplar da dâhil, olacak her şeyi, önceden oraya kaydettiğini söylemiş olması, bizim için böyle bir ifadeyi kullanmamıza imkân verdiğini söyleyebiliriz… Bu birinci süreci “Levh-i Mahfuz ve Kur’an” adlı makalemizde araştırıp izaha çalışmıştık. O konuya tekrar dönmek istemiyoruz. [1] Biz bu makalemizde, Kur’an’ın, diğer adıyla Kelamullah’ın, doğrudan doğruya Allah’dan veya onun sonsuz ve sınırsız ilminin yaratılmış ve yaratılacaklar âlemine bakan yönünün sembolik ifadesi olabileceğini söylediğimiz Levh-i Mahfuz’dan Cibril’e intikali, onun da Levh’den aldığı pasajları Hz. Muhammed’e vahiy sürecinde inzal etmesi konularını temel kaynağından araştırıp değerlendireceğiz. Fakat asıl konulara girmeden önce yüce Allah’ın kelam sıfatı hakkında kısa da olsa, bir bilgi vermenin faydadan hali olmayacağı kanaatindeyiz.
Biliniyor ki “Kelam”, Allah’ın yüce zatı ile kaim ve baki olan “Subutî Sıfatlar”ındandır. Zatı ve tüm esma ve sıfatları gibi Allah’ın kelam sıfatı da ezelî’dir. Allah ezelde “mütekellim”dir; varlık âlemini yaratmadan önce de zatında konuşucudur, yarattıklarıyla da – la teşbih vela temsil – konuşur ve konuşmuştur… Elimizdeki yazıya dökülmüş ve tilavet olunan hâliyle Kur’an-ı Kerim, Allah’ın, bizim için müteşabihattan olan kelamının bir yansımasıdır. O, Cibril vasıtasıyla, Hz. Muhammed’in kalbine, yeri geldiğinde genişçe izah edileceği üzere, zihnimizdeki Kur’an veya herhangi bir metin gibi soyut bir biçimde dil, lafız, nazım ve mana hâlinde aktarılmış/yansıtılmış; sonra da Resulüllah (s.a.v.) tarafından ilk defa insanlara tilavet olunmuş, vahiy kâtipleri tarafından yazıya/şekle büründürülmüş somut şeklidir.
Yine biliniyor ki, Kur’an-ı Kerim Yüce Allah katından “Hak/gerçek olarak (aslî hüvyetiyle) indirilmiş, o da hak olarak (aslî hüvyetiyle) inmiş…” [2] “Kelamullah”dır. Çünkü onun hakk/gerçek “Allah kelamı” olduğu ve “Âlemlerin Rabbi Allah’dan indirildiği hem Kur’an’da [3] hem de hadislerde açıkça belirtilmiştir. [4]
Mesela Kur’an’da “kelamullah” tabiri, sırf Kur’an anlamında iki defa geçmektedir:
أَفَتَطْمَعُونَ أَنْ يُؤْمِنُوا لَكُمْ وَقَدْ كَانَ فَرِيقٌ مِنْهُمْ يَسْمَعُونَ كَلاَمَ اللَّهِ ثُمَّ يُحَرِّفُونَهُ مِنْ بَعْدِ مَا عَقَلُوهُ وَهُمْ يَعْلَمُونَ / “(Ey Resûlüm!) Şimdi siz bunların, size inanacaklarını mı umuyorsunuz! Oysa onlardan öyle bir grup var ki Allah’ın kelâmını dinler ve iyice anladıktan sonra, onu bile bile tahrif eder!…” [5]
وَإِنْ أَحَدٌ مِنَ الْمُشْرِكِينَ اسْتَجَارَكَ فَأَجِرْهُ حَتَّى يَسْمَعَ كَلاَمَ اللَّهِ ثُمَّ أَبْلِغْهُ مَأْمَنَهُ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لاَ يَعْلَمُونَ / “Eğer müşriklerden biri sana sığınırsa, Allah’ın kelâmını dinleyinceye kadar ona istediği güven ortamını sağla! Sonra da onu güvende olacağı yere ulaştır. Çünkü bunlar, gerçekleri bilmeyen kimselerdir.” [6]
Bu iki ayetten de anlaşılıyor ki, hafızalarımızdaki soyut metin de, dilimizde söze ve elimizde yazıya dökülmüş somut metin de Allah’ın kelamıdır. Onun söze ve yazıya dökülmüş olması “Hakk” gerçeğini değiştirmemektedir… Çünkü Kelamullah, yaklaşık yirmi üç yılda Allah’ın izni ve bilgisi dâhilinde Hz. Muhammed’e Cibril vasıtasıyla inzal edilmiştir. [7] Bu konuda hiçbir müminin şüphesi bulunmamaktadır. Bilhassa Sahabe-i Kiramın…
Allah Tealâ, insanlık tarihi boyunca beşer ile; özellikle de sayıları yüz binleri bulan peygamberler ile konuşmuştur. O’nun beşer ile konuştuğu ve konuşma şekilleri Şûrâ suresinin 52. ayetinde şöyle ifade edilmiştir:
وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ أَن يُكَلِّمَهُ اللَّهُ إِلَّا وَحْيًا أَوْ مِن وَرَاء حِجَابٍ أَوْ يُرْسِلَ رَسُولًا فَيُوحِيَ بِإِذْنِهِ مَا يَشَاء إِنَّهُ عَلِيٌّ حَكِيمٌ . “Allah’ın bir beşer ile konuşması ancak, ya vahiy iledir ya perde arkasından (görülmeden konuşmakla) veya bir elçi gönderip dilediği şeyleri, izni ile o elçinin vahy etmesiyledir. Muhakkak ki O yücedir, her şeyi yerli yerince yapar.” [8]
Bu ayetteki açık ifadeye göre, Allah’ın beşer ile “konuşması”nın/iletişiminin şu üç farklı yöntemle olduğu anlaşılmaktadır: 1. Vahiy, 2. Perde gerisinden kelâm, 3. Elçi vasıtası ile… Şimdi bu üç yöntemi kısa kısa açıklayalım.
1. “Vahy”. Allah’ın bir beşer ile konuşmasının birinci şekli “vahiy”dir. Bu da Allah Tealâ’nın beşere vahyinin en kapsamlı olanıdır. Bu yöntem, Kur’an’da, bir tek değil, vahy eden, vahyi alan ve vahyin muhtevasına göre, farklı anlamlarda kullanılmıştır. O nedenle bu yöntem, vahyin lügat anlamlarından olup Kur’an’da geçen çeşitlerinin hepsini kapsamaktadır. Mesela Allah’ın peygamberlere ve velilere vahyi ilham, bal arısına vahyi teshir (amaca uygun yaratıp yönlendirme), insanların birbirlerine vahyi ima, işaret ve gizli söz söyleme, şeytanların insanlara vahyi vesvese anlamındadır. [9]
2. “Perde Gerisinden Kelam ile konuşmak.” Allah’ın beşer ile konuşmasının ikinci şekli, konuştuğu beşere görünmediği hâlde “kelam” iledir. Bunun en tipik örneği Hz. Musa’ya bir ateş veya yemyeşil bir ağaç üzerinden konuşmasıdır. Nitekim Hz. Musa, kayınpederi Şuayb (as.)’ın yanından, Medyen’den Mısır’a dönerken, uzaktan görüp ateş sandığı ve: “Belki ondan size bir parça getiririm de ısınırsınız…” [10] dediği şeyin yanına vardığında bir nur huzmesinin fışkırdığı yemyeşil ağaçtan olağan üstü bir kelâmı dinlemeye başladı. Allah Musa’ya bazı sorular sorup cevabını aldıktan sonra kendisini peygamber seçtiğini söyledi… [11] “وَكَلَّمَ اللَّهُ مُوسَى تَكْلِيمًا” /”Allah Musa ile bizzat kelamla konuştu…” ayeti de bu gerçeği söylemektedir… [12] Bu konuşmada yeşil ağaç ve ateş perde/hicap vazifesi görmektedir. Hz. Musa’nın kulağına gelen ses ve harfler ise, Allah’ın değil, Allah’dan gelene delalet eden kelam; aşkın zatı ile kaim olan kelam sıfatının beşerin idrakine sesle birlikte, belki de yaratılmış bir ses veya ses biçiminde işitilen ve algılanan bir yansıma, bir tezahürdür. Eğer Musa (as)’ın açık bir ses işittiği söylenirse, bu ses kesinlikle Allah’a ait değildir, sadece kelam Allah’a aittir. Tıpkı Kur’an’ı okuyandan dinlerken sesin ve kelamı taşıyan harflerin, o harflerle somutlaştırılmış kelime ve cümlelerin okuyana, kelamdan müteşekkil sözün ise, okuyana değil, Allah’a ait olduğunu bildiğimiz gibi. Eğer duyulana Allah’ın sesi ve harfleri diyecek olursak, Musa’nın kulağına gelen ses beşerinkinin tamamen aynısı olmuş olurdu! Bu ise muhaldir. Zira Allah Tealâ “Leyse kemsilihi şey’ ”dir. [13] Hiçbir yönden yaratılmışlarla bir ve aynı değildir… [14]
Bu hadiseden de anlaşılacağı üzere, Yüce Allah, görünmediği halde muhatabının dikkatini toplayacağı, sözgelimi bir ağaç veya bir ateş gibi somut bir yerden ve keyfiyeti bizlerce meçhul bir tarzda peygamberin kendi ana lisanına bürünmüş olarak yarattığı söz ile elçisine konuşmuştur. Konuşma esnasında peygamberde, konuşanın Allah, sözlerin ise vahiy veya ilham olduğuna dair tereddütsüz ve zarurî bir bilgi hâsıl olur. O sebeple peygamberler ve veliler bu bilginin Allah’tan indirilen gerçek bir vahiy olduğundan ve doğruluğundan asla şüphe etmezler. Mesela peygamberlerin haricindeki bir insana Hz. Musa’nın annesine gelen vahyi ve onun da o vahye uygun hareket etmesini bu zaruri bilgiye örnek gösterebiliriz. [15]
3. “Elçi Vasıtası İle Vahiy.” Allah’ın elçi gönderip dilediği şeyleri, izni ile o elçinin Peygamber’e vahy etmesi yöntemidir. Kur’an-ı Kerim vasıtasıyla bildiğimiz kadarıyla bu yöntem Kur’an’a özgü Allah’ın bir konuşma çeşididir. Kur’an-ı Kerim’in tamamı, Hz. Peygamber’e bu yöntemle inzal edilmiştir. Sadece Kevser suresinin uykuda, arada elçi bulunmaksızın, direkt olarak vahy edildiği söylense de bu görüşe, sağlam bir delile dayandırılmadığı için itibar olunmamaktadır. Cibril’in, herhangi bir peygambere, Kur’an’ın haricinde, sonradan yazıya geçirilmiş bir vahiy götürdüğü de bilinmemektedir…
Allah’ın beşer ile konuşma çeşitlerinden bahseden bu ayetten ve yapılan açıklamalardan anlaşılıyor ki, bu üç yöntemden hangisiyle olursa olsun, Allah’ın beşer ile konuşması söz konusu olduğunda anahtar kelime “vahiy”dir.
VAHY, Arapça’da vehâ / yehî fiilinden türetilmiş masdardır. İki kişi arasında sözlü veya sözsüz olarak gerçekleşen gizli ve süratli iletişim olayına vahiy denir. Özellikle de Allah Teâlâ’nın beşer ile konuşma çeşitlerinden her birine verilen isimdir.
Arap Dilinde vahy, işaret, kitabet, risâlet, kelam; gizli söz söylemek, gizli ve sür’atlice bildirmek… gibi anlamlara gelmektedir. Bu gizlilik ve sür’atlilik kelâm’da, rumuz ve üstü kapalı ifâdelerle olabileceği gibi, bâzen de el, kol, kaş, göz, dudak… gibi organlarla yapılan işâretlerle, hatta yalın ses, harf ve şifrelerle de olabilmektedir. Bunların dışında vahy, kalbine ilham etmek, ilka etmek; emretmek, yazmak, göndermek, korkmak, fısıldamak, kalbine/zihnine vesvese vermek… gibi manalara da gelmektedir. [16]
İsim olarak da vahy, mektup, kitap, hat san’atı; kitabe/yazıt, tarihî kalıntı, ve Allah Teâlâ’nın Enbiyâ ve Evliyâ’sının kalbine ilka ettiği kelâm-ı İlahî anlamlarına gelmektedir.
Istılahta vahiy ise, Allah Teala’nın beşer ile dilediği bir maksat ve dilediği bir biçimde iletişim kurma ve konuşma çeşitlerinden her birine verilen addır. Başka bir ifade ile Allah Tealâ’nın, emir ve yasaklarını kullarına, özel bir yolla, gizli ve sür’atli bir biçimde bildirmesi demektir. Diğer bir tarife göre de Allah’ın, bir manayı veya buyruğunu peygamberlere veya herhangi bir kuluna, sözlü veya sözsüz olarak gizli ve sür’atli bir biçimde ilka etmesi, iletmesidir. [17]
Biz, Hz. Peygambere tebliğ etmek üzere Cibril vasıtasıyla inzal edilene vahiy, Peygamber’in tebliğ yükümlülüğü olmadığı halde doğrudan kalbine ilka edilenler ile diğer insanlara, sözgelimi Hz. Musa’nın annesine, Hz. Meryem’e vb. evliyaullaha ilka edilen vahiylere, birbirleriyle karıştırılabilir endişesiyle, ilham demeyi uygun bulduk.
Denilmiştir ki, vahiy yoluyla konuşan iki kişi arasındaki iletişimin gerçekleşebilmesi için vahy eden ile vahyi alan arasında, mutlaka iletişimi mümkün kılacak ontolojik bir birliğin veya arada uygun bir vasıtanın bulunması şarttır. [18] Oysa Allah’ın insana vahyinde, vahyin kaynağı olan Allah Azze ve Celle ile insan arasında ontolojik bir birliğin bulunmadığı gün gibi açık ve aşikârdır. Zira Yüce Allah, varlığı mutlak, “vacibü’l-vücud”, kadim ve bakî, ezelî ve ebedî, zaman ve mekândan münezzeh, müteal/aşkın, “la teşbih velâ temsil” ve Hakk/gerçek İlah… vahyi alan ise, yaratılmış, güç ve yetenekleri sınırlı, zaman ve mekânla kuşatılmış, Azîz ve Kadîr olan Allah karşısında âciz durumdaki bir kuldur! Tüm bunlar da Allah ile insan arasında varoluşsal açıdan hiçbir birliğin olmadığını göstermektedir.
Evet… Her ne kadar yüce Allah ile hitap ettiği insan arasında ontolojik bir birlik veya hakikî bir benzerlik olmasa da Allah’dan insana vahyin gerçekleştiği ve arada bu iletişimi gerçekleştirecek vasıtaların bulunduğu da bilinmektedir. Zira Şûrâ suresinin elli ikinci ayetinde bu vasıtaların, vahiy, kelam ve elçi olduğu açıkça söylenmiştir. İnsanların ellerindeki vahiy mahsulü olduğuna inanılan Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an vahiy olgusunun açık belgeleridirler. O hâlde bu iletişimi mümkün kılan, vahy’in dışındaki vasıtalardan biri beşer ile kelamı mümkün kılan dil ise diğeri de Cibril’dir… [19] Biz Allah’ın beşere vahyinde dil ve Cibril fenomenlerini daha yakından tanımak istiyoruz.
Allah’ın beşer ile konuşmasının çeşitlerinden bahseden ayette vahiy, her üç konuşma türünün ortak kavramı olduğuna göre, Allah Teala beşerle, ister arada hiçbir vasıta olmaksızın doğrudan kelam ile konuşsun ister elçi vasıtasıyla, demek ki, Allah’ın vahy ettiği kulları ile konuşmasında asıl vasıta dildir; muhatabın dili ve onun anlayabileceği ifade biçimidir. Bu konuşmada melekler; özelde Cibril de ikinci bir vasıtadır. Fakat meleklerin de Allah’ın vahyini peygamberlere dil aracılığıyla aktardıkları bilinmektedir… [20]
Tabiîdir ki, Allah Tealâ zatı, esma ve sıfatlarının hakikati itibariyle yaratılmışlara benzemez. [21] Dolayısıyla O’nun beşer ile doğrudan konuşması/vahyi için, insanlarda olduğu şekliyle, herhangi bir dile, sese, harflere, v.s. ihtiyacı yoktur. Belki de O (c.c.), vahy etmek istediği kimseye hitap edeceği an, söylemek istediği şeyler, iradesiyle birlikte derhal muhatabın anlayacağı dilde, ses ve harflerden müteşekkil ifade olarak yaratılıp sözlü veya sözsüz olarak onun kulağına veya doğrudan kalbine intikal etmiş ve ediyor olabilir. Bu yöntem kanaatimizce makul ve mümkündür. Bu konuda, bize göre, anlaşılmayacak bir husus bulunmamaktadır… [22] Nitekim Yüce Allah, zatı ve sıfatlarının hakikati itibariyle eşi, misli, benzeri ve dengi olmamasına [23] rağmen, Adem oğluna kendisini tanıtmak maksadıyla “O işitir ve görür…” [24] demiş, böylece esma ve sıfatları itibariyle yüce ve aşkın niteliklerinin bir kısmını insanın idrakine yaklaştırmıştır. Her ne kadar Allah’ın sıfatlarının hiç birisi hakikatleri, imkân ve hudutları yönünden beşerinkilere hiç benzemese de Allah işitir, görür, bilir, konuşur… insan da işitir, görür, bilir, konuşur… O hâlde hakikat ve gerçek mahiyetleri itibariyle olmasa da Allah ile insan arasındaki bu ortak yönün iletişimi mümkün kıldığı söylenebilir… Fakat burada, bizim için anlaşılması biraz güç ve imkân ölçüsünce anlaşılıp izah edilmesi gereken başka bir konu var. O da Allah’ın meleklerle; özellikle de vahiy elçisi Cibril ile iletişiminin keyfiyeti ve mahiyetidir. Zira bizler insanı tanıdığımız kadar melekleri yakından tanımamaktayız. Çünkü onlar mana âleminin varlıklarıdırlar. Orijin itibariyle nurdan yaratılmışlardır. Bir kısım nitelikleri Kur’an’da ve Hadislerde haber verildiği şekliyle bilinse de hakikatleri bilinmemektedir. O nedenle melekler, hakikatleri itibariyle nasıl varlıklardır? Yüce Allah, Cibril ve diğerleriyle nasıl konuşmuştur? İnsanlarla konuşmasında olduğu gibi, Allah’ın onlarla konuşmasında da arada vasıta var mıdır? Bu vasıta nedir? Bunun dil olduğu söylenebilir mi? Hatta bir kısım düşünürler, Hz. Peygamber’e Kur’an’ın vahyinde Cibril’in haricî bir varlık olmadığını [25] iddia etmektedirler… Bu düşünce doğru olabilir mi? Bizler işte bu soruların cevabını azami ölçüde bulmak durumundayız… Bu belirsizlikler çerçevesinde asıl sorulması gereken soru şudur: Allah’ın Kelamı Kur’an Cibril’e nasıl intikal etmiş olabilir?
Meşhur Usul âlimlerimizden Zerkeşi’ye göre, bu konuda şu iki ihtimalden söz edilebilir:
1. “Yüce Allah, Cebrail semada, mekândan bağımsız bir durumda iken, ona kelamını kavrattı, okunuşunu öğretti, daha sonra da Cebrail bir mekâna inerek onu yeryüzüne nakletti…
2. Cebrail Kur’an’ı, doğrudan Levh-i Mahfuz’dan ezberledi, sonra da onu Hz. Muhammed’e indirdi. [26]
Aşağıda yer verileceği üzere, çağdaş müfessirlerden İzzet Derveze de Zerkeşînin ileri sürdüğü bu görüşlerden ikincisi doğrultusunda bir görüş belirtmiştir. Abdullah Dıraz ise, Cibril’in Kur’an nüshalarını, tıpkı tarihî bir binayı ayniyle bir başka yere taşırken önce taşların numaralanıp sonra da verilen numaralara göre başka bir zeminde yeniden inşa edilmesi gibi, Levh-i Mahfuz’dan belli bir biçimde alınan pasajların Hz. Peygambere aynı sistem üzere nakledildiğini söylemiştir. [27] Bunlara benzer görüşler elbette artırılabilir…
Zerkeşî’nin öne sürdüğü iki görüşe göre, Cebrail Kur’an’ı doğrudan doğruya Allah’tan telakki etmiş de olabilir, Levh-i mahfuz’dan okuyup hıfzetmek suretiyle almış da olabilir. Ona göre her ikisi de mümkündür. Ama hangi yöntemle aldığı net olarak belirtilmemiştir… İzzet Derveze ve Abdullah Dıraz ise, Cibril’in Kur’an’ı doğrudan Levh-i Mahfuzdan aldığını söylemektedirler. Fakat birbirinden farklı bu üç görüş de Kur’an’a ve sahih hadise değil, tamamen zanna dayalı görüşlerdir. Çünkü bunların hiçbirisi de herhangi bir nass ile temellendirilmemiş ve ileride açıklanacağı üzere, temel kaynaklarla ispatı da mümkün gözükmeyen tahminlerdir. O hâlde Hz. Peygamber’e yaklaşık yirmi üç yılda inzal edilen Kur’an pasajları vahiy elçisi Cibril’e nasıl intikal etmiş olabilir? Bu soru hâla değerini korumaktadır. şimdi biz bu sorunun cevabını asıl kaynağımız olan Kur’an-ı Kerim’den araştırıp tespit etmeye çalışacağız.
A. Allah’ın Kelamının Cibril’e İntikali
Kur’an’da, vahiy elçisi olarak sadece Cibril’den açık bir biçimde söz edilmektedir. [28] Hz. Peygamber’e vahyi getirenin de Cibril olduğu açık veya tavsifî [29] ifadelerle söyleniyor. Bu konuda herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır… Ayrıca Kur’an’da, birincisi kadar açık olmamakla birlikte, “sefere” tabir edilen, Allah ile peygamberleri arasında gidip gelmekte olan sefaret görevi yapan elçi, bir anlamda “yazıcı/sefere” meleklerden de bahsedilmektedir. [30] Bu meleklerin mevcudiyetini ve görevlerini, kesin olmasa da zann-ı galip ile ayetlerden çıkarmak mümkündür… Bu durumda denilebilir ki, Allah ile tüm elçileri arasındaki vasıta olarak, yalnız Cibril’i değil, onunla birlikte sefere adı verilen melekleri de zikretmek gerekir.
Şöyle ki: Hz. Peygamber’e indirilmeden önce Kur’an’ın “Bir levh’de [31] ” diğer adıyla “Kitab-ı Meknun”da korunmakta olduğunu ve ona temizlerden başkasının dokunamayacağını Kur’an vasıtasıyla bilmekteyiz. [32] Kitab-ı Meknun’a, yaygın adıyla Levh-i Mahfuz’a dokunamayacak olanların başında, hiç şüphesiz, Kur’an’da, Allah’a isyan edip isyanında direttikten sonra insanlara düşmanlığını açıkça ilan etmiş bulunan [33] ve bu gerekçe ile temiz işlerle ilgilenmediği; hayatı boyunca [34] pis işlerin peşinde olduğu açıkça belirtilen İblis/Şeytan [35] gelir. Ondan sonra da İblis ruhlu cinler ve insanlar (Şeyatıyne’l-insi ve’l-cinni) [36] düşünülebilir! Temiz olmayanların Kur’an’a dokunmasından maksat ise, ona zarar vermek, yani onu tamamen veya kısman yok etmek, değiştirmek veya ilavede bulunmak suretiyle tahrif etmek şeklinde düşünülebilir…
Ayetten, Levh-i Mahfuz’a sadece temizlerin yaklaşabilecekleri anlamı çıkarılabilir. Bunların dokunmaları ise, menfi manada olmayıp ondan ancak Allah’ın dilediği kadarına ve Allah’ın izni ve iradesiyle muttali olmaları, onu bilmeleri, okumaları ve ondan yazılı veya ezberden nüsha veya nüshalar alabilmeleri şeklinde düşünülebilir.
Bu demektir ki, Levh-i Mahfuz ve ondan indirilen Kur’an, tabiatları ve hayattaki işlevleri itibariyle pis olan şeytanlara karşı korunmuştur. Fakat başta Cibril olmak üzere, yaratılışları icabı saf, temiz ve Allah katında değerli olan bir kısım melekler Levh-i Mahfuz’a Allah’ın izni, iradesi ile ve O’nun dilediği bir biçimde yaklaşabilir, ona muttali olabilir ve ondan yazılı veya ezberden nüshalar elde edebilirler. Nitekim şu ayet, hem bu manaya delalet etmektedir hem de “Kitab-ı Meknun”a yaklaşabilecek olan “temizler”in kimliğine büyük oranda açıklık getirmektedir:
كَلاَّۤ إِنَّهَا تَذْكِرَةٌ فَمَنْ شَاۤءَ ذَكَرَهُ فِي صُحُفٍ مُكَرَّمَةٍ مَرْفُوعَةٍ مُطَهَّرَةٍ بِأَيْدِي سَفَرَةٍ كِرَامٍ بَرَرَةٍ“Hayır… Şüphesiz o, sana Rabbinden gelen bir tezkiredir… Ancak dileyen kimse ondan öğüt alır! O, temiz, son derece değerli ve saygın yazıcı [37](melekler)in elleriyle, kadri yüksek ve tertemiz sahifelere yazılmıştır.” [38]
Bu ayette sözü edilen tezkire’nin Kur’an olduğu, ayetin hem metin hem de tarihî bağlamlarından [39] anlaşılmaktadır… “Kadri yüce ve tertemiz sahifeler” ile “temiz, son derece değerli ve saygın yazıcı ve elçi (melekler)” hakkında ise, kaynaklarda birbirinden farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşlere geçmeden önce ayetteki, konumuzla ilgili iki anahtar kelimeye; suhuf ve sefere kelimelerine dil yönünden açıklık getirmek durumundayız. Çünkü Kur’an’ın yazıldığı bu tertemiz sahifelerin neler olduğu ve yazıcıların kimliği bu konunun aydınlatılabilmesi için bizce önemlidir.
Ayetteki “suhuf” (ve sehaif), es-sahifetü kelimesinin çoğuludur. Üzerine yazı yazılan yaygın yüz, satıh, kâğıt, sahife demektir. “Sefere” ise ism-i faildir; ‘SFR’ kökünde olup küttab’ın çoğulu ketebe olduğu gibi, sȃfir’in çoğulu da sefere’dir. ‘SFR’ açığa çıkmak, açmak, aydınlatmak, açıklamak, beyan etmek; kitap yazmak; birisi adına açıklamada bulunmak, toplumdan topluma veya insanlar arasında elçilik etmek gibi anlamlara gelmektedir. Mesela kitap anlamına gelen sifr (çoğ. esfar [40] ) ile elçi anlamına gelen sefir kelimeleri bu manadadır. Ayetteki “suhuf”, yazılmış sahifeler; “sefere” ise, yerine göre hem yazıcı hem de elçilik görevi yapan melekler anlamına gelmektedir. [41]
Taberî, bu ayette geçen suhuf ve sefere hakkında ileri sürülen bir takım farklı görüşleri tefsirinde naklettikten sonra, bu görüşlerden en doğrusu, bunların Allah ile elçiler arasında gidip gelen ve vahiy getiren melekler ve onların yazdıkları sahifeler olduğunu söylemiştir. [42] Taberî’ye göre, yazıcı meleklerle Allah’dan aldığı vahyi peygamberlere taşıyan melekler aynı melekler olmuş oluyor. Zemahşerî de suhuf’dan maksat, Levh’den istinsah edilen, Allah Teala katında mükerrem, semaya yükseltilmiş veya kadri yüce olup levh’den meleklerin elleriyle yazılmakla şeytanların dokunmasından uzak ve temiz tutulmuş olan sahifelerdir, demiş ve benimsemediği diğer görüşleri ‘gıyl’ sözcüğüyle sıralamıştır… [43] Fahruddin er-Razî [44] , Kurtubî [45] , İbn Kesir [46] ve daha pekçok müfessir de, ayetteki farklı görüşleri ve çıkarılabilecek manaları tespitten sonra, Taberî ve Zemahşerî’nin tercih ettiği görüşü benimsemiş ve إِنَّهُ لَقُرْآنٌ كَرِيمٌ ﴿٧٧﴾ فِي كِتَابٍ مَكْنُونٍ ﴿٧٨﴾ لاَ يَمَسُّهُۤ إِلاَّ الْمُطَهَّرُونَ ﴿٧٩﴾ تَنْزِيلٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ ﴿٨٠﴾ /“Şüphesiz o, kerîm bir kur’andır; bir kitapta korunmuştur; ona ancak, ter temiz olanlar dokunabilir” [47]ayetiyle de bu görüşü desteklemişlerdir. [48] İsmail Hakkı Bursavî, Nehcüvanî ve Elmalılı M. Hamdi Yazır da aynı görüşü paylaşan müfessirlerdendir. [49] Ayrıca Seyyid Kutub, Mevdudî, Sabunî gibi çağdaş müfessirlerden bir kısmı da sefere’nin, Allah ile insanların en seçkinleri olan peygamberler arasında sefaret vazifesiyle görevli melekler, suhuf’un ise bu meleklerin Levh-i Mahfuz’dan yazıp nebilere taşıdıkları kadri yüksek, temiz ve mükerrem sahifeler olduğu kanaatindedirler. [50]
Mesela çağdaş müfessirlerimizden Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, “Burada suhuf’tan murad, mutlaka Kur’an sahifeleri olmak mütebadirdir ki, bu sahifeler ن والقلم وما يسطرون ‘de beyan olunduğu üzere kalem-i a’lânın levh-i mahfuz’a yazdığı sahifelere ve Melaikenin levhi mahfuzdan istinsah edip vahiy ile getirdikleri sahifeler…” olduğunu söylemiş, fakat diğer muhtemel görüşlere de tefsirinde yer vermiştir…
Onun bu kanaati كرام بررة ayetini açıklarken söylediği şu sözlerinde daha açıktır: “Ve denilmiştir ki Kur’an’da ebrar Benî Ademden olanlar hakkında berere ise Melaike hakkında varid olmuştur. Zira ebrar cem’i kıllettir. Benî Adem içinde etkıya/muttakiler azdır. Berere ise cem’i kesrettir. Melaikede Beni Adem’den çok olduğu gibi muttakiler de çoktur ve hatta hepsi muttakidir: لا يعصون الله ما أمرهم و يفعلون ما يؤمرون‘Melaike Allah’ın kendilerine emrettiği şeye asla karşı gelmezler, emrolundukları şeyi de mutlaka yaparlar.’ [1] Bunun için lisanı şeri’de “seferei kiramin berereh” Melaike için olmak üzere ma’ruftur. Ve çünkü sefir ve resul manası Melaike kelimesinin de manasıdır. Şu halde bu vasıf doğrudan doğruya dal bil’ibare olarak nass, insanlardan bu vasıfları haiz olanlar hakkında da dolayısıyla işarettir.” [51]
Bir kısım müfessirler ise, suhuf ve sefere hakkında daha değişik görüşler serdetmişlerdir. Mesela; Kadi el-Beydavî, suhuf’dan maksadın meleklerin Levh’den yazdıkları sahifeler olabileceği gibi, Nebilerin kendilerine vahyedilenleri yazdıkları veya yazdırdıkları sahifeler de olabilir, demiştir. [52] şevkânî ise, suhuf’dan maksat bir kısım peygamberlere verilen suhuf’lar; sefere’den maksat ise, – Ferra’dan naklederek – Levh-i Mahfuz’dan bu sahifeleri istinsah eden ve Allah ile nebiler arasında sefer eden melekler olduğunu söylemiştir. Mücahid sefere’nin kulların amellerini yazan kiramen kâtibin, Katade Kur’an okuyucuları/kurra, Vehb b. Münebbih ise Hz. Peygamber ve onun ashabıdır demişlerdir. [53]
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır ile aynı yıllarda tefsirini kaleme almış olan İzzet Derveze ise, müfessirler arasında, bu konuda yaygın olan kanaate ve görüşlere toptan karşı çıkmakta ve şöyle farklı bir görüş belirtmektedir: Rabbanî vahiy peygamberlere yazılı sahifeler şeklinde taşınmamıştır. O, doğrudan doğruya Cibril’e ilka edildi, o da kendisine ilka edilen vahyi getirip Peygamber’e okudu. “Fi suhufin mükerremetin…” ifadesi, belki de vahyin sahifelere yazılmasını telkin içindir. Vahiy meleği Cibril’dir ve tektir. Hz. Peygamber’e vahyi o getirmiştir. Sefir kelimesinin sefereşeklinde çoğul gelmesi ta’zim için olabilir… [54]
Naklettiğimiz bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, ayetteki “tertemiz sahifeler”den maksat, 1. Meleklerin Levh-i Mahfuz’a yazdıkları sahifeler, 2. Meleklerin Levh-i Mahfuz’dan istinsah edip peygamberlere getirdikleri sahifeler, 3. Adem, İdris, Şit ve İbrahim (as) gibi peygamberlere verilmiş olan suhuf’lar, 4. Vahiy kâtiplerinin yazdıkları sahifeler, 5. Çeşitli ve birbirinden farklı Kur’an sahifeleri, 6. Kur’an’ın üzerine yazıldığı tüm yazı malzemeleridir. Bu altı görüşten 3., 4., 5. ve 6. Görüşler Kur’an ve diğer peygamberlere verilen suhuflar ile ilgili olduğu için birbirinin benzeri görüşler olarak değerlendirilebilirler… Levh-i Mahfuz, gökler ve yer yaratılmaya başlamadan; dolayısıyla meleklerden önce var olduğu için 1. görüşün nasslar tarafından desteklenmesi hiç mümkün değildir. Zira Kur’an ve Hadise göre orada yazan fail, sembolik de olsa, melekler değil kalemdir…
Kanaatimizce bu görüşler içerisinde kabule şayan olabilecek tek görüş vardır. O da ikinci görüştür. Yani “tertemiz sahifeler”den maksat, Meleklerin Levh-i mahfuz’dan istinsah edip peygamberlere getirdikleri sahifeler, görüşüdür. Zaten bu görüş müfesirlerden büyük çoğunluk tarafından da kabul görmüştür.
Sefere’den maksat ise, 1. Levh-i Mahfuzdan pasajlar halinde Kur’an nüshalarını istinsah eden yazıcı melekler, 2. Allah ile Resulleri arasında sefaret görevi yapan, peygamberlere vahyi getiren elçi melekler, 3. Levh-i Mahfuzdan Kur’an pasajlarını istinsah edip elçilere getiren melekler, 4. Vahyi Hz. Peygambere getiren Cibril, 5. Hz. Peygamber’in dikte ettirdiği vahyi yazan kâtipler, 6. Kur’an’ın hafızları ve okuyucuları, yani Kurrâ, 7. Kiramen kâtibin ve 8. Hz. Peygamber ve onun arkadaşlarıdır, denilmiştir.
Buna göre sefere kelimesi iki anlamda kullanılmış oluyor: Birinci maddeye göre Levh-i Mahfuzdan Kur’an nüshalarını yazan melekler başka, onların yazdıklarını peygamberlere getiren melekler başkadırlar. Birinciler yazıcı, ikinciler ise elçi meleklerdir. Üçüncü maddede bu ayrılık ortadan kaldırılmış, aynı melekler hem Kur’an nüshalarını Levh-i Mahfuzdan istinsah ediyor hem de yazdıkları nüshaları peygamberlere getiriyorlar. Bu durumda yazıcı ve elçi vasfı aynı melekte toplanmış oluyor. Dördüncü maddede yazıcı melek görüşü tamamen terk edilmiş ve Allah’tan aldığı vahyi Hz. Peygambere getiren Cibril’den söz edilmektedir. Beşinci maddede Hz. Peygamber için vahyi yazan kâtipler söz konusudurlar. Bu manada kelimedeki elçi anlamı terk edilmiş oluyor. Son üç görüşte ise, Kur’an’ı okuyan, onu hafızasında cem eden müminler, kulların işlerini yazan “Kiramen Katibîn” adındaki melekler ve Hz. Peygamber ve onun arkadaşları olduğu söylenmiştir. Kanaatimizce bu son görüşlerin ayetle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Zira görüş sahiplerinin bu kanaatlerini Kur’an vasıtasıyla temellendirmeleri(!) gerekmektedir…
Bize göre bu görüşlerden sadece birisi kabule şayan gözükmektedir. O da, müfessirlerin ekserisinin kabul ettiği, Kur’an nüshalarını Levh-i Mahfuzdan istinsah edip elçilere getiren melekler, görüşüdür.
Anlaşılıyor ki, burada görüşlerini naklettiğimiz müfessirlerimizin büyük çoğunluğuna göre, ayetteki “suhufun mükerreme”den maksat Levh-i Mahfuz’dan istinsah edilen Kur’an nüshaları, sefere’den maksat ise, bunları yazan yazıcı ve elçi meleklerdir. Yine anlaşılıyor ki, bu kanaat sahiplerine göre Allah ile peygamberleri arasındaki elçi, sadece Cibril değil, sefere adı verilen melekler de Allah’ın izni ve iradesi dâhilinde doğrudan Levh-i Mahfuz’dan istinsah edip yazdıkları sahifeleri peygamberlere nakletmektedirler. Kur’an da Hz. Muhammed’e indirilmeden önce onların elleriyle son derece kıymetli ve temiz sahifelere yazılmıştır.
Bu durumda şu iki sorunun cevabının verilmesi gerekmektedir:
Birinci Soru: Allah’ın meleklerle, konumuzun esasını teşkil ettiği için özellikle Cibril ile iletişimi nasıldır? Hz. Muhammed’e Kur’an’ın tamamını o indirdiğine göre, acaba Cibril Kelamullah’ı, Zerkeşî’nin söylediği gibi, doğrudan doğruya Allah’dan mı veya İlm-i İlahî’nin sembolik bir ifadesi olarak tanımladığımız Ana Kitap’tan, diğer adıyla Levh-i Mahfuz’dan mı aldı? Yoksa herhangi bir aracı veya aracılar vasıtasıyla mı almış olabilir?
İkinci Soru ise şudur: Allah ile Cibril arasındaki vasıta nedir? Orada da insanlarda olduğu gibi dil midir? Cibril’in de dile, kelimelere, sese, söze v.s. ihtiyacı var mıdır? Yoksa – Zerkeşî’nin birinci görüşünde söylediği gibi – doğrudan ilham mıdır? İşte bu sorular, Kur’an’ın Cibril’e intikali konusunda makul ve makbul bir cevabın bulunmasını gerekli kılan meselelerin odak noktasını teşkil etmektedirler.
Biz, yaptığımız araştırmalar esnasında Kur’an’da ve Sünnette bu sorulara açık ve tartışmasız bir cevap teşkil edebilecek herhangi bir nassa rastlayamadık. Ancak Kur’an ve Cibril hakkında şu iki ihtimalin söz konusu olabileceğini düşünmekteyiz: Eğer Cibril, bu yazıcı ve elçi meleklerden birisi değilse ki, öyledir… o takdirde Cibril, Zerkeşî’nin ikinci görüşünde, İzzet Derveze’nin de benimsediği görüşte söyledikleri gibi, Kur’an’ı Levh-i Mahfuz’dan direkt olarak almıştır, görüşü bizce isabetli değildir. Cibril, ancak istinsah eden yazıcı meleklerden almış olabilir. Yani yazıcı meleklerin, yaklaşık olarak yirmi üç yıl boyunca tertemiz sahifeler üzerine bölümler hâlinde yazdıklarını, Allah’ın izni ile ve dilideği zaman o sahifelerle birlikte alarak, aynı zaman zarfında, Hz. Peygambere getirip inzal etmiş olabilir. Şayet Cibril, “Bi eydi seferetin kiramin berereh” kapsamına dâhil ise, o zaman da o, Kur’an’ı direkt olarak Levh-i Mahfuz’dan bölüm bölüm istinsah edip Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed’e getirmiştir, denilebilir. Fakat Cibril’in sefere adı verilen meleklerden olduğuna dair ne Kur’an’da ne de tefsirlerde herhangi bir görüşe değil, en ufak bir işarete dahi rastlamış değiliz… Zaten “O (Kur’an), temiz, son derece değerli ve saygın yazıcı [55](melekler)in elleriyle, kadri yüksek ve tertemiz sahifelere yazılmıştır.” [56]ayeti de böyle bir anlayışa imkân tanımamaktadır. Çünkü bu ayette, Levh-i Mahfuz’dan Kur’an pasajlarını istinsah eden bir melekten değil birden fazla melekten söz edilmektedir. Tezkireyi/Kur’an’ı, sefere adı verilen meleklerin yazdığı açıkça söylenmektedir. O hâlde denilebilir ki, Cibril sefere adı verilen meleklerin yazdıkları Kur’an nüshalarını onlardan alıp sahifler üzerinden okuyarak Hz. Peygamber’e inzal etmiş olabilir.
Şunu da belirtmeliyiz ki, Tevrat bizzat Allah tarafından Hz. Musa’ya dikte ettirilip “elvah”/tabletler üzerine yazdırılmıştır. [57] İncil, yazılı bir metin olarak değil, ilim olarak, hikmet olarak Hz. İsa’ya verilmiştir. [58] Kur’an ise, tamamı Hz. Peygamber’in kalbine, Cibril tarafından yaklaşık yirmi üç yılda pasajlar hâlinde ve bölüm bölüm okunarak inzal edilmiş, vahiy hâli geçtikten sonra da inzal edilen pasajlar Peygamber tarafından günü gününe hem tebliğ edilmiş hem de vahiy kâtiplerine yazdırılmış, daha sonra da kitap hâline getirilmiştir. Fakat Adem, İdris, şit ve İbrahim (as.)’e verilen suhuf’ların nasıl verildiği hakkında Kur’an’a dayalı bir bilgiye sahip değiliz. Zebur’un, Davud’a nasıl verildiği hakkında da Kur’an’da kesin bir bilgiye rastlayamadık… Kesin olarak bilemediğimiz bir husus daha var; o da şudur: “Allah’a ibadet edin… diye her kavme bir peygamber…” [59] gönderildiğine ve “Elçi gönderilmeyen hiçbir kavme azap edilmeyeceğine… ” [60] göre, demek ki, Kur’an’da adı geçmeyen daha yüzlerce peygamber bulunmaktadır. Onlara da, müfessirlerin çoğunun söylediği gibi, sefere adı verilen yazıcı ve elçi melekler vasıtasıyla vahiy [61] , belki de suhuf indirilmiş olabilir. Yüce Allah onlarla da vasıtalı veya vasıtasız olarak konuşmuştur… Fakat onlara yazılı veya sonradan yazıya geçirilmiş sözlü bir metnin verilip verilmediğini bilemiyoruz…
Sonuç
Bütün bu araştırma, tespit ve değerlendirmelerimize dayalı olarak deriz ki, Kur’an, diğer ilahî kitaplar ve bize bildirilen ve bildirilmeyen tüm suhuf’lar gibi Hz. Peygambere inzal edilmeden önce İlm-i İlahi’de veya onun sembolik bir ifadesi olan Levh-i Mahfuz’da mevcuttur. Levh-i Mahfuz’a Allah’ın, izni ve dilemesi olmadıkça hiç kimsenin yaklaşamayacağı (Vakı’a, 56/78-80), Allah’ın ilminden, ancak dilediği kadarını kullarına açacağı (Bakara, 2/255) muhakkaktır. Bilinen suhuflar ve kitaplar peygamberlerine doğrudan Allah tarafından veya sefere adı verilen yazıcı ve elçi melekler vasıtasıyla farklı biçimlerde indirilmiş olabilirler… Fakat Kur’an’ın tamamının, “Hȃtemennebiyyin” olan (Ahzab, 33/40) en son Peygamber’e, Cibril vasıtasıyla indirildiği kesindir. Çünkü bu konudaki ayetler şüpheye mahal bırakmayacak kadar açıktırlar. [62]
Bu durumda diyebiliriz ki, Kelamullah, Cibril’e pasajlar halinde intikal etmeden önce ve keyfiyeti bizlerce bilinmeyen bir biçimde “temiz, son derece değerli ve saygın yazıcı (melekler)in elleriyle, kadri yüksek ve tertemiz sahifeler üzerine yazılı…”yordu. Allah’ın izni ve iradesi dâhilinde [63] indirilmeye başladığı ilk günden itibaren, yaklaşık yirmi üç yıl boyunca, yazıcı meleklerin Levh-i mahfuz’dan pasajlar halinde yazıp istinsah ettikleri bu nüshalar, Kur’an’da “Ruh”, “Ruhumuz”, [64] “Ruhu’l-Kudüs”, [65] “er-Ruhu’l-Emin”, [66] “Şedidü’l-Kuvâ zû mirreh”, [67] “Resulünkerim”, “Arş’ın sahibinin yanında kerim, yüce, emin, itaat edilen…” [68] vasıflarıyla tanıtılan Cibril tarafından [69] alınıyor ve aşağıda izah edileceği üzere Hz. Peygamber’e vahiy hâlinde okunarak inzal ediliyordu. İlk inzal edilen pasaj’ın, Alak suresinin ilk beş ayeti olduğu bilinmektedir… [70]
Şimdi de Kur’an’ın Hz. Peygamber’e Cibril vasıtasıyla indiriliş keyfiyetini ve indirilen ayetlerin mahiyetini yine Kur’an vasıtasıyla açıklamaya çalışacağız.
Dipnotlar
[1] Duman, M. Zeki, Levh-i Mahfuz ve Kur’an, Marife,*****
[2] Bkz. İsra, 17/105.
[3] Vakı’a, 56/80.
[4] Bkz. Buharî. Tevhid, 39.
[5] Bakara, 2/75.
[6] Tevbe, 9/6.
[7] Nisa, 4/166’ıncı ayeti ve tefsiri için bkz. Zemahşerî, Keşşaf, I/583, 584.
[8] Şurâ, 42/51, 52.
[9] Geniş bilgi için bkz. Duman, M. Zeki, Vahiy Gerçeği, Fecr Yayınevi, Ankara, 1997, s. 19-44.
[10] Neml, 27/7; Kasas, 28/29.
[11] Bkz. Neml, 27/8; Kasas, 28/30
[12] Nisa, 4/164.
[13] Şûrâ, 42/11.
[14] Bkz. Ebu’l-Muîn Meymun b. Muhammed en-Nesefî (438-508 H. / 1046- 1115 M .), Tabsiratü’l-Edille fî Usûli’d-Din (Tenkidli Neşre Hazırlayın Hüseyin Atay), Ankara, 1993, s. 396 – 398.
[15] “Biz Musa’nın annesine, “Bebeğini emzir, başına bir şey gelmesinden korktuğun anda onu bir sandık içerisinde Nil nehrine bırak, sakın korkma ve üzülme! Çünkü Biz, onu sana geri döndürecek ve elçilerimizden biri yapacağız” diye vahyettik…” (Kasas, 28/7) (…) “Senin annene şu talimatlarımızı vahyetmiştik: “Doğduğunda bebeği bir sandığa koy, nehre bırak, su onu kıyıya çıkarsın ve Bana da ona da düşman olan kişi onu oradan alsın…” demiştik. Sana, içimde bir muhabbet beslemiş ve ne yapılacaksa, gözümün önünde yapılsın istemiştim. Kız kardeşin seni izlemekteydi…” (Tâhâ, 20/38-40)
[16] Bkz. Rağıb, Müfredat, ‘VHY’ mad; İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, ‘VHY’ mad.
[17] Bkz. Cürcanî, Ta’rifat, Kahire, 1357, s. 40; Rağıb, Müfredat, ‘VHY’ mad., s. 515; Zerkanî, Menahilü’l-İrfan fi Ulumi’l-Kur’an, Kahire, tsz. I/63; Duman, M. Zeki, Vahiy Gerçeği, s. 19 vd.
[18] Kirmanî, Şemsüddin Muhammed b. Yusuf b. Ali, (v. 786 h.), Şerhu’l-Buharî I, Kahire, 1939, s. 28; Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan (çev. Süleyman Ateş), Ankara, 1975, s. 157; Duman, M. Zeki, Vahiy Gerçeği, Fecr yayınevi, Ankara, 1997s. 47-51.
[19] Bkz. Kirmanî, Şerhu’l-Buharî I, Kahire, 1939, s. 28; Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan (çev. Süleyman Ateş), s. 157; Duman, M. Zeki, Vahiy Gerçeği, Fecr yayınevi, Ankara, 1997s. 47-51.
[20] Mesela bkz. Alak, 96-1-5; Kıyame, 75/16-19 ve İlk vahiy hakkındaki Hadis Buhari, Bed’u’l-vahyi, 1.
[21] ليس كمثله شئ وهو السميع البصير “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitir ve görür.” (Şûrâ, 42/11)
[22] Çünkü: إِنَّمَاۤ أَمْرُهُۤ إِذَاۤ أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ “Nitekim, bir şeyi yaratmak istediği zaman O’nun işi, ona sadece ona ‘ol’ demektir; o da hemen oluverir.” (Yasin, 36/82)
[23] Şûrâ, 42/11.
[24] Şûrâ, 42/11.
[25] Bkz. Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an (çev. Alpaslan Açıkgenç), Fecr Yayınevi, Ankara, 1987, 206-211.
[26] Zerkeşî, Bedrüddin Muhammed b. Abdillah (v.) el-Burhan fi Ulumi’l-Kur’an (tahk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), Beyrut, tsz. I/229.
[27]
[28] Bkz. Bakara, 2/97, 98; Tahrim, 66/4.
[29] Mesela “…allemehü şedidu’l-guvȃ, zû mirrah… /ona kuvveleri, yetileri güçlü ve sağlam, yaratılışı tam ve mükemmel olan (Cibril) öğretiyor…” (Necm, 53/5, 6) ayetinde olduğu gibi.
[30] “Hayır… Şüphesiz o sana Rabbinden gelen bir tezkiredir… Ancak dileyen kimse ondan öğüt alır! O, temiz, son derece değerli ve saygın yazıcı [30] (melekler)in elleriyle, kadri yüksek ve tertemiz sahifelere yazılmıştır. (Abese, 80/11-16) İleride bu konuya tekrar dönülecek ve gerektiğince yer verilecektir…
[31] بَلْ هُوَ قُرْآنٌ مَجِيدٌ فِي لَوْحٍ مَحْفُوظٍ “Şüphesiz o, şerefli bir Kur’an’dır, korunmuş bir levhada bulunmaktadır…” (Büruc, 85/21, 22)
[32] Bkz. إِنَّهُ لَقُرْآنٌ كَرِيمٌ فِي كِتَابٍ مَكْنُونٍ لاَ يَمَسُّهُۤ إِلاَّ الْمُطَهَّرُونَ تَنْزِيلٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ “Şüphesiz o, âlemlerin Rabb‘inden indirilmiş son derece değerli bir Kur’an’dır, Bir kitapta muhafaza altına alınmıştır, temiz olanlardan başkası ona dokunamaz!” (Vakıa, 56/78) Bkz. بَلْ هُوَ قُرْآنٌ مَجِيدٌ فِي لَوْحٍ مَحْفُوظٍ “Şüphesiz o, şerefli bir Kur’an’dır, korunmuş bir levhada bulunmaktadır…” (Büruc, 85/21, 22)
[33] Bkz. Yasin, 36/60.
[34] Bkz. Bakara, 2/34; A’raf, 7/11; Hicr, 15/29/44; İsra, 717/61; Meryem, 19/44.
[35] “Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları, ancak şeytan işi pis işlerdir; onlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz! Şeytan, içki ve kumar ile ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak ister; sizi Allah’ı anmaktan, namazı kılmaktan alıkoymaya çalışır. Artık buna son verecek misiniz? (Maide, 5/90, 91)
[36] En’am, 6/112.
[37] Sefera, sâfir’in çoğuludur, yazıcı, hattat anlamındadır. Asıl manası örtülü şeyi açmak, keşf etmektir. Yazı yazmak da manayı ve meramı bir nevi keşf ve izah demek olduğu için yazmaya sefr, yazana sâfir, yazılana da sifr (çoğulu esfar) tâbir edilir (Bkz. Cuma, 62/5). Aynı kökten sefer ve misâfir, bir yerden bir yere gitmek ve giden kimse anlamındadır. İki topluluk arasında uzlaştırıcı çaba içerisinde olan kimseye sefir denir.
[38] Abese, 80/11-16.
[39] Ayetin nüzul sebebi şudur: Vahidî’nin ve daha bir çok müfessirin eserlerinde naklettiklerine göre, Resulüllah (s.a.v.) Utbe b. Ebi Rebi’a, Ebu Cehil b. Hişam, Abbas b. Abdilmuttalib ve Ümeyye b. Halef gibi Kureyş’in ileri gelenlerini Allah’a çağırıyor, onların İslâm’a girmelerini umuyor ve bu yüzden onlarla özel konuşuyordu. O esnada gözleri görmeyen İbn Mektum gelip başucunda dikildi ve: “Ey Allah’ın Resulü! Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğret!” diyerek hitabını ve sözünü tekrarlayıp duruyor, fakat onun meşgul olduğunu bir başkalarına yönelmiş olduğunu bilmiyordu… Konuştuğu kimselerle Allah’ın Elçisinin aralarına girmesi ve sözünü kesmesi sebebiyle Resulüllah (s.a.v.)’ın yüzünde onun bu ısrarlı tutumunu hoşlanmayan bir durum belirdi… (Vahidî, , Ebu’l-Hasen Ali b. Ahmed en-Nisaburî (v. 468/1075) Esbabu’n-Nüzul, Kahire, 1968, s. 252.)
[40] Cuma, 62/5.
[41] Rağıb, Müfredat, ‘SFR’ mad. S. 233, 234; İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, ‘SFR’ mad.IV/370, 371.
[42] Taberî, Camiu’l-Beyan, XXX/34, 35.
[43] Zemahşerî, Keşşaf, IV/218, 219.
[44] Razî, Mefatihu’l-Ğayb, XXXI/58,59.
[45] Kutubî, el-Cami’ li Ahkâmi’l-Kur’an, IX216, 217.
[46] İbn Kesi, Tefsir, VIII/344; Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, VIII/5577-5588.
[47] Vakı’a, 56/79
[48] Bkz. el-Cami’ li ahkâmi’l-Kur’an, IX/216, 217; Razî, Mefatihu’l-Ğayb, XXXI/58,59; İbn Kesbri, Tefsir, VIII/344. Bkz. Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, VIII/5577-5588; Sabunî, Safevtü’t-Tefasir, Beyrut, 1981, III/520.
[49] Bkz. Bursavî, İsmail Hakkı, Ruhu’l-Beyan, X/334; Nehcüvanî, Nimetullah b. Mahmud, el-Fevatihu’l-İlahiyye ve’l-Mefatihu’l-Ğaybiyye, İstanbul, 1325 h., s. 485.
[50] Bkz. Seyyid Kutub, Fi Zılali’l-Kur’an (trc. Salih Uçan, Vahdettin İnce), İstanbul, 1989), X/365; Mevdudî, Ebu’l-A’lâ, Tefhimu’l-Kur’an (trc. Muhammed Han Kayanî ve Arkadaşları), İstanbul, 1988, VII/39; Sabunî, Muhammed Ali, Safvetü’t-Tefasir, Beyrut, 1981, III/520.
[51] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, VIII/5578, 5581, 82.
[52] Kadı el-Beydavî, Envaru’t-Tenzil, II/540.
[53] Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed (v. 1250/1834), Fethu’l-Kadir Beyne Fenni’r-Rivaye ve’d-Diraye min İlmi’t-Tefsir, Kahire, 1987, V/383.
[54] Bkz. Derveze, Muhammed İzzet, et-Tefsiru’l-Hadis, I/237.
[55] Sefera, sâfir’in çoğuludur, yazıcı, hattat anlamındadır. Asıl manası örtülü şeyi açmak, keşf etmektir. Yazı yazmak da manayı ve meramı bir nevi keşf ve izah demek olduğu için yazmaya sefr, yazana sâfir, yazılana da sifr (çoğulu esfar) tâbir edilir (Bkz. Cuma, 62/5). Aynı kökten sefer ve misâfir, bir yerden bir yere gitmek ve giden kimse anlamındadır. İki topluluk arasında uzlaştırıcı çaba içerisinde olan kimseye sefir denir.
[56] Abese, 80/11-16.
[57] Bkz. Nisa, 4/66; Maide, 5/32, 45; A’raf, 7/145. Bu ayetlerde “Ketebna”, yani “Biz yazdık…” ve “, “Biz elvah’a yazdık…” denilse de, yazdıran Allah, yazan ise Hz. Musa’dır. Zebur için de “Ve lekad ketebna fizzebur…” (Enbiya, 21/105) şeklinde aynı ifade kullanılmıştır:
[58] Bkz. Maide, 5/46; Hadid, 57/27.
[59] Nahl, 16/36.
[60] İsra, 17/15.
[61] Ğafir, 40/78.
[62] Bkz. “(Resûlum!) Cibril’e düşman olan kimselere de ki: “Hiç şüpheniz olmasın ki Cibril, kendinden öncekileri tasdik edici, müminlere yol gösterici ve müjdeleyici olarak getirdiği Kur’an’ı senin kalbine Allah’ın izniyle indirmiştir!” (Bakar, 2/97)
[63] Bkz. Şûrâ, 42/51.
[64] Meryem, 19/17.
[65] Bakara, 2/87; Nahl, 16/102.
[66] Şurâ, 42/193.
[67] Necm, 53/5, 6.
[68] Tekvîr, 81/19, 20.
[69] Bakarı, 2/97; Tahrim, 66/4.
[70] Bkz. Kadr, 97/1-5.