Hz. PEYGAMBER’İN İNSAN SEVGİSİ
Aklın birinci görevi Allah’a iman ise, ikinci görevi de insan sevgidir. Çünkü Allah’ın Sevgili Elçisi öyle söylemiştir: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçek mümin olamazsınız…”
Bu demektir ki, Allah’a ve Ahiret gününe inanan her mümin Rabbine gönülden bağlıdır. O’nun sevgisini içinde hisseder ve kardeşlerine, hatta yaratılmışlara da o sevgiyi yansıtır. Yaratandan ötürü yaratılanları sevmek de müminin mümtaz vasıflarındandır.
Müminlerin kalbindeki iman ile sevgi gönülleri birbirine bend eder, onları tek vücut hâline getirir. Tıpkı “Harcı kurşun eriyiği olan bir bina gibidirler…”; onları birbirinden koparmak mümkün değildir… Onun için müminler, bir organı rahatsız olunca tüm bedeni aynı acı ve sıkıntıyı hisseden vücuda benzetilmişlerdir.
Allah’ın Elçisine sordular: Dinin binası hangi temel üzerindedir?
Resulüllah cevap verdi: “Kendiniz için istediklerinizi başkaları için de isteyin; kendiniz için istemediğiniz bir şeyi başkaları için de istemeyin...”[1] İşte bu yüzden kendisi için arzu ettiği şeyi kardeşi için de istemeyen müminlerden sayılmamıştır. Bu sebeple kendisi için istemediğini kardeşi için isteyen müminler arasından dışlanmıştır...
İnsan olana kâinatta sevilecek o kadar güzel ve değerli şeyler vardır ki, saymakla bitirilemez. Başta Güneş, Ay, Gece, Gündüz, mevsimler, hava, su, toprak, hayat; hatta vade dolduğu zaman ölüm bile… Ama Allah sevgisi ve onun göstergesi durumunda olan insan sevgisi her sevginin üzerindedir. Allah’ın da yarattıkları içerisinde en çok sevdiği varlık insandır. Allah’ın en çok sevdiği insan ise Allah için başkalarını seven mümin-i kâmildir… Çünkü “Levlâke levlâk lemma halaktü’l-eflâk” / “Sen olmasaydın, habibim eğer sen olmasaydın Ben felekleri yaratmazdı.” sözü insan için söylenmiştir. “Ve le kad kerremna benî âdeme” / “Muhakkak ki Biz, Âdem oğluna değer verdik (…) ve yaratılmışların bir çoğundan kesinlikle üstün tuttuk.”[2] ayeti de insanın Yaratıcısı katındaki değerini ifade etmektedir. Yerlerin ve göklerin emaneti insana tevdi edilmiştir.[3] Âlemlerin Rabbi Allah’ın yeryüzündeki halifesi de insandır.[4] Allah’ın “Dost olarak seçtiği”[5] “Halilullah” da insandır, en çok sevdiği “Habibullah” da insandır… Dünya bütünüyle insan içindir, Ahiret ve Cennet de insan için yaratılmıştır…
Hz. Ali (k.v.) ne güzel ifade etmiştir!:
“Hoşça bak zatına ki zübde-i âlemsin sen! - Merdum ü dide-i ekvân olan Ademsin sen.” İnsan Âlemlerin özü, kâinatın göz bebeğidir…
Habibullah unvanına hak eden Hz. Peygamber, bu yüzden Rabbine şöyle dua ediyordu: “Allah’ım, Senden sevgini, sevenlerin sevgisini ve seni sevecek ameli istiyorum. Allah’ım Seni nefsimden, ailemden, malımdan, soğuk sudan bile çok seviyorum; Beni seni sevmekte muvaffak kıl! Allah’ım! Sana olan sevgimi bana bağışla! Sevdiklerinin sevgisini de kalbime koy!”[6]
Allah sevgisi ve O’nun sevdiklerinin sevgisini kazanma hususunda müminlerin örnek alacakları yegâne “üsve-i hasene” Resulüllah’dır (s.a.v.). Çünkü o, Allah’ı ve O’nun sevdiklerini severek Allah’ın sevgisini kazanmış ve “Habibullah” unvanını hak etmiş bir insandır. Yüce Allah da bize Resulüne uymamızı tavsiye etmektedir:
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”[7]
“Kim Rasûle itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur; yüz çeviren kimselere gelince, seni onlara koruyucu olarak göndermedik!”[8]
Yüce Allah’ın sevgili kulu ve en son peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) henüz peygamber olmadan önce insanı sevmiş, günlerce, aylarca, hatta yıllarca Hıra’daki tefekkür mekânında onun sorunlarını; çektiği acıları, sıkıntıları, zulmü ve maruz bırakıldığı insanlık dışı muameleleri düşünmüştü. Diri diri toprağa gömülen kız çocuklarının hesabının kolay olmayacağını düşünmekteydi…
O, ilk vahiy ve arkasından devam eden ayetlerle Rabbi tarafından kendisine iletilen ışığı alır almaz insanları aydınlatmaya koyuldu. Artık, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaracak ışığı bulmuştu… Onları aydınlatmanın hazzını yaşamıştı... Belki canı sıkılıyor, gönlü kırılıyor, hata ağır hakaretlere maruz bırakılıyordu, ama hiç kimsenin saldırısına kulak asmıyordu… O sebeple amcası Ebu Talip vasıtasıyla kendisine gönderilen ve bir insanın erişebileceği en üst düzeydeki dünya nimetlerinden oluşan teklifi elinin tersi ile iterek, yine amcası vasıtasıyla onlara insan sevgisi ile dolu şu tarihî cevabını gönderiyordu: “Amcacığım! Onlara söyle: Allah’a yemin ederim ki, benim bu davadan vazgeçmem karşılığında güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar, hiç düşünmem, onları bile reddederim. Allah’ın dinini zafere ulaştırmadığım ya da bu yolda ölmediğim sürece, asla yolumdan ve davamdan dönmeyeceğim!”[9]
Çünkü o, gençliğinden itibaren Orta Çağın karanlıkları içerisinde can havliyle çırpınmakta olan insanlığın derdini kendisine dert edinmişti… O sebeple Hıra dağında, kuytu bir köşesinde aylarca bu dert ile zihnini yormuştu… Şimdi insanlık âleminin kurtuluşu için Cenab-ı Allah onu seçmiş ve indirdiği ayetleriyle insanlara doğur yolu açıklama görevini vermişken, geçici dünya menfaati karşılığında bu kutsal görevi terk eder miydi?! Böylesine mukaddes bir görev dünyanın geçici nimetleri ile değiştirilebilir miydi?
Artık sözü uzatmamak lâzım! Bu kısa girişten sonra Resulüllah’ın insan sevgisini Kur’an vasıtasıyla tanımaya çalışmak daha doğru olacaktır. Mesela Yüce Rabbimiz, Tevbe suresinin son iki ayetinde şöyle buyurmuştur:
Ayetlerin Metni ve Meali
لَقَدْ جَاۤءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ أَنفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِي اللَّهُ لاَۤ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَلَيْه
تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ “İçinizden size öyle bir elçi gelmiştir ki sıkıntıya düşmeniz kendisine ağır gelir, size çok düşkündür o; özellikle müminlere son derece müşfik ve merhametlidir. Bütün bunlara rağmen, yine de yüz çevirirlerse onlara de ki “Allah bana kâfidir! O’ndan başka tanrı yoktur. Ben sadece O’na tevekkül ettim. Muazzam Arş’ın sahibidir O!”[10]
Anahtar Kelimeler
Azze, kuvvetli, güçlü oldu, değerli oldu; neredeyse bulunamaz derecede az oldu, nadir ve kıymetli oldu; ‘alâ’ ile neredeyse güç yetirilemez oldu, ağır geldi. Azîz, tahammül edilemez derecede ağır; engellenemez derecede güç ve kudret sahibi; emsali bulunmaz derecede aziz, şerefli, mükerrem. Anete, güç bir duruma düştü, işi sarpa sardı, içinden çıkılmaz sıkıntıya boyun eğdi, en ağır meşakkate mecbur oldu. Haresa, bir şeyi şiddetle arzu etti, üzerine düştü, elde etmek için azami gayreti gösterdi. Harîs, hırsılı, arzulu, düşkün. Reefe, şefkat gösterdi, şiddetle merhamet etti. Reûf, çok şefkatli, aşırı derecede merhametli. Rahime, acıdı, şefkat etti, kalbi dayanamadı, cezalandırmaya kıymadı. Rahîm, acıyan, şefkat eden, merhamet edip cezalandırmayan... Re’fet ile rahmet birbirinin eş anlamlısıdır. Ancak re’fet rahmet’in daha incesi, daha kalpten olanı, daha üstün derecesi olarak bilinir.
Tarihî Arka Plân
Medine’de münafıklar ve aradan geçen yaklaşık yirmi yıla rağmen hâlâ imanın halâvetini alamamış, dolayısıyla zafiyet içerisinde olan Müslümanlar Allah’ın Resûlün’ün kadrini bilememişlerdir. Onun kendilerine düşkünlüğünü takdir edememişlerdi. Ona tabi olmanın ne derece yüksek bir şeref olduğunun idrakinde değildiler... Şeytanın bile, artık ümidini kestiği bir noktanadn sonra bile açıktan ya da gizli olarak Allah’ın Elçisine muhalefet etmekte ve zaman zaman gönlünü kırmaktan haya duymuyorlardı. Ondan yüz çevirmekte ve arkasından çeşitli entirkalara başvurmaktaydılar... Tıpkı Mekke döneminde Kureyş’in onu gerektiğince takdir edemediği, öz vatanında yaşama hakkı tanımadığı ve Allah’ın Kelamı Kur’an’ı dışladıkları[11] gibi…
Hatırlayalım. Kureyş, amcası Ebu Talib hayatta iken yeğeni Hz. Muhammed’e yapamadıkları kötülükleri o vefat edince yapmaya başlamıştı. Bilhassa amcası Ebu Leheb ve “odun hamalı” lakabıyla karısı Ümmü Cemil: “Sen bizim ilahlarımızı tek ilaha indirdin, öyle mi?”[12] diyerek yeğenlerini açıkça yeriyor, ona sövüyor ve getirdiklerini yalanlıyorlardı… Onlara karşı, sadece Hz. Ebu Bekir Resulüllah’ı savunuyor ve: “Siz, Rabbim Allah’tır dediği için bir insanı öldürecek misiniz?”[13] diyebiliyordu. Allah’ın Resulü, kendi kabilesinden, hatta akrabalarından gördüğü bu kötü muamele karşısında artık Mekke’de hayat ve tebliğ imkânının kalmadığını anlamıştı. Şahsına uygulanan bu kötü muamele karşısında, kafası karışık ve kederli bir vaziyette peygamberliğinin onuncu yılı Şevval ayında, Mekke’den ayrıldı. - Bir rivayete göre yol arkadaşı Zeyid b. Harise ile birlikte - önce Taif’e gitti. Sakif kabilesinin İslâm’ı kabul edip dinin tebliğine yardım edeceklerini ve kendisini de destekleyerek muhaliflerine karşı çıkacaklarını tahmin ediyordu. Çünkü Sakif, Aleyhissalatü vesselamın dayıları idiler. Taif’e varınca, doğruca Sakif’in eşrafının yanına gitti. Bunlar üç kardeş idi. Yanlarına oturdu ve tebliğ ettiği dini anlatmaya başladı. Onlardan biri, “O Kâbe’nin elbisesini kesiyor, ama çalmıyor” dedi… Diğeri: “Allah senden başka gönderecek kimse bulamadı mı?” dedi. Üçüncüsü ise şöyle söyledi: “Seninle asla konuşmayacağım. Yemin olsun ki, eğer sen, dediğin gibi Allah katından gönderilmiş bir elçi isen, hiç şüphesiz sen sana cevap verilmeyecek kadar büyük bir değer sahibisindir. Ama eğer sen Allah adına yalan söylüyorsan benim seninle konuşmama gerek yoktur. Resulüllah (s.a.v.) bu sözleri dinledikten sonra üzüntülü ve me’yus bir hâlde onların yanlarından ayrıldı ve: Madem kabul etmiyorsunuz, bari benim buraya bu maksatla geldiğimi kimseye söylemeyin dedi. Çünkü Resulüllah (s.a.v.) kavminin bu durumu bilmesi işini daha da güçleştireceğini biliyordu. Dayılarının cevabı: “Derhâl şehrimizi terk et!” oldu…
Ricasının aksine, dayıları şehirdeki çapulcu takımını yoluna dizmiş ve yeğenlerini taşlattırıyor, ona sövdürüyor ve şamata ettiriyorlardı… Zeyd’in başı yarılmış hâlde, Allah’ın Resulü de ayaklarından akan kanlar içerisinde zalimlerin arasından güçlükle sıyrılıp şehrin dışına vardılar. Dinlenmek üzere bir bostana girdi ve bir üzüm asmasının gölgesine oturdular. Allah’ın Resûlü, ellerini tüm sahipsizlerin sahibi olan Rabbine açtı ve: “Allah’ım, güçsüzlüğümü, çaresizliğimi ve insanların bana reva gördükleri aşağılamalarını yalnız sana havale ediyorum. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Güçsüz görülüp de ezilenlerin sahibi sensin! Sen beni kime bırakırsın? Allah’ım, ben yine de bunların hiç birisine önem vermiyorum, yeter ki sen bana gazap etmiş olma!…” diye dua etti…
Resulüllah (s.a.v.), bir süre dinlenip yaralarını sardıktan sonra, yine üzüntülü ve kafası karışık bir vaziyette yola koyuldu… “Karnussaalib” adı verilen yere geldiler. Burası Necd ve Yemen halkının buluşma yeriydi. Mekke’ye bir gün ve bir gece mesafede bulunuyordu. Orada konakladıkları zaman Allah Tealâ yanında “Dağlar Meleği” olduğu hâlde Cibrili gönderdi. Dağlar meleği: Ey Resûl, eğer istersen, şu anda bu iki dağı Sakif kabilesinin üzerine yığabilirim, dedi. Resulüllah (s.a.v.): Hayır… Bunu istemiyorum! Zira ben âlemlere azap edilsin diye değil, sırf rahmet olarak gönderildim.. Dilerim Allah’tan onların soyundan yalnız Allah Tealâ’ya kulluk eden ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan nesiller çıkartır. Benim Rabbimden isteğim budur, dedi.
Resulüllah’ın (s.a.v.) bu temennisi karşısında Dağlar Meleği kendi kendine şu sözü söyledi: “Sen gerçekten Rabbinin adlandırdığı gibi Reûf ve Rahim bir Peygamber imişsin!”[14]
Ayetlerin Tefsiri
لَقَدْ جَاۤءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ أَنفُسِكُمْ “Size içinizden bir elçi gelmiştir…”
Yüce Mevla lütfetmiş size, sizin soyunuzdan, sizin kabilenizden, hatta sizin ailenizden çok iyi tanıdığınız, güvendiğiniz bir insanı elçi olarak göndermiştir. Bu Resul size Allah’ın bir hediyesidir; sizden biri olmakla da büyük bir iyiliğidir.[15]
Nitekim yüce Allah, yalnız Kureyş’e değil, tüm insanlık âlemine bu iyiliğini şu ayette açıkça söylemiştir:
“Muhakkak ki Allah müminlere, kendi aralarından, onlara Allah’ın ayetlerini okuyan, onları (maddî ve manevî kirlerden) temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten kendileri gibi bir insanı elçi göndermekle büyük bir iyilik etmiştir. Oysa onlar daha önce apaçık bir sapkınlık içindeydiler.”[16]
عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ “Sizin meşakkate, içinden çıkılmaz bir sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir…”
İsmail Hakkı Bursavî bu ifadeyi şöyle tefsir etmiştir: İmanı terk etmeniz sebebiyle sıkıntıya düşmeniz, bu yüzden dünyada ve ahirette acı çekmeniz ona çok ağır gelir; özellikle bir insan için akıbetlerin en kötüsü olan ebedi azaba, cehenneme düşmeniz, düşündükçe onu kahretmektedir...
Hz. Peygamber, kendisini yalanlayan, deli, şair, kâhin diye hakaret eden, öldürmek için fırsat kollayıp peş peşe suikastlar düzenleyen, sonunda da öz vatanından hicrete mecbur eden müşriklere bile, inkârları yüzünden ahirette çekecekleri korkunç azabı düşündükçe üzüntüden kahrolmaktaydı.[17] Nuh (as) gibi bazı peygamberler ümmetlerinin yaptıklarına katlanamayıp onlar hakkında beddua etmiştir.[18] Fakat o, ümmeti hakkında asla böyle bir şey yapmamış; aksine, en fazla zarar gördüğü ve canı yandığı bir anda bile: “Allah’ım! Onları bağışla! Çünkü onlar bilmiyorlar...” diye affedilmelerini istemiştir.
فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا ﴿٦﴾ “(Ey Resûlüm!) Galiba sen, bu söze inanmazlarsa onların peşi sıra üzüntüden dolayı kendini helâk edeceksin!⑤”[19] “Senin vazifen, apaçık tebliğdir... Kuşkusuz Rabbin kullarını görmektedir!”[20]
Bir yakınmasında Resulüllah, müşfik ve merhametli insan Rabbine şöyle diyordu: Bu ne haldir Allah’ım! Aynen ateşin başına üşüşen kelebekler gibiler. Ben onları oradan uzaklaştırmaya çalışıyorum, onlarsa hala bunu anlamıyorlar... Bütün bu çabalarıma rağmen ateşe düşmeye çalışıyorlar! Kavmine de diyordu ki: Benimle siz tıpkı, ateş yakmış sonra da onun karşısında durup ateşe düşmek üzere üşüşen kelebekleri (pervaneler) ve çekirgeleri sürekli olarak ondan uzaklaştırmaya çalışan adama benzemekteyiz Ben, sizin belinizden yapışmışım biteviye ateşten uzaklaştırmak için çırpınıp duruyorum; siz ise, benim emrettiklerimi bırakıp nehy’ettiklerimi yapmak suretiyle elimden kurtulup kendinizi ateşe atmaya çalışıyorsunuz.[21]
أفمن حق عليه كلمة العذاب أ أنت تنقذ من النار ؟ “Azabı hak etmiş kimseler, kendilerini kurtarmak istemiyorsa, onları ateşten sen kurtaracaksın?”[22]
“İşlerinin kötüsü kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse mi hidayete erecek! Allah, dilediği/dileyen kimseyi sapıklıkta bırakır, dilediği/dileyeni de hidayete erdirir. O hâlde onlara üzülüp de kendini helâk etme! Allah, onların ne yaptıklarını bilmektedir.”[23]
لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ أَلاَّ يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ “Ey Muhammed! İnanmıyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini helâk edeceksin."[24]
“Ya Rabbî, bunlar cahil kimselerdir, gerçekleri kavrayamıyorlar. Sen onları bağışla, onların soyundan müminler çıkar” diye düşmanına dua edecek kadar müşfik ve merhamet sahibidir. Çünkü o, “âlemlere sırf rahmet olarak” gönderilmişti…
حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ “Size son derece düşkündür…”
Sizin iman etmenizi çok arzulamaktadır. Dünyada ve ukbâda meşakkate düşmemeniz, ahvalinizin düzgün, akıbetinizin güzel olması için elinden geldiği kadar çaba sarf etmekte ve azami derecede gayret göstermektedir.
بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ “özellikle müminlere son derece müşfik ve merhametlidir.”
Bu iki sıfat, “Esma-i Husna”dan Cenab-ı Allah’ın en güzel isimlerindendir. Çünkü إن الله با لناس لرؤف الرحيم “Allah insanlara karşı çok şefkatli ve son derece merhametlidir.”[25] ayeti bunu ifade etmektedir. Reûf ve Rahim olan Allah “Demiştir ki, Azabım, ben onu sadece dilediğim kimselere isabet ettiririm, Benim rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır.”[26] ayetiyle, canlı cansız, görülen görülmeyen, ins, cin ve melaikeden tüm varlıklara şefkat ve merhametini yaydığını ifade etmektedir. Yüce Mevlâ böylesine özel ve özgün iki sıfatını, yarattıkları içerisinden yalnız Resûlü Hz. Muhammed’e (s.a.v.) vermiş olması ve bu iki güzel ismini kullarından sadece ona layık görmesi, ancak وما أرسلنا ك الا رحمة للعا لمين Habibim! “Biz seni, sırf âlemlere rahmet olasın diye gönderdik…”[27] ayetiyle izah edilebilir. Tabiî ki, bu şeref, Resulüllah’ın (s.a.v.) varlıklar içerisinde ne derece yüksek bir makama ve yüceliğe sahip olduğunu da gösterir.
Ayetten de anlaşılacağı üzere, Resulüllah’daki (s.a.v.) re’eft ve merhamet duyguları, yalnız sevgi sözcüğü ile ifade edilemez. Çünkü ondaki bu iki nitelik sevgiden de öte, tutku ve aşkı ifade etmektedir. Zira aşk ile sevgi aynı şeyler değildir; aşk, sevginin tutkulu ve derin biçimidir. Ayrıca şefkat karşılık beklemez ve şarta da bağlı değildir.[28] O hâlde denilebilir ki Resulüllah (s.a.v.), tüm insanları sevmekte, hepsini aynı derecede düşünmekte ve ateşten kurtarma çabası içerisindedir. Hatta inanmayanların akıbetlerini düşündükçe kendisini kahredecek derecede üzülmektedir. Fakat re’eft ve merhameti küffar için değil, yalnız müminleredir. O müminleri aşk derecesinde sevmektedir. O nedenle kardeşlerini rıfk ile, sağlam bir din ile eğitip, yetiştirip terbiye etmektedir. Müminlere de şöyle tavsiye etmiştir: “Bu metin bir dindir; kendinizi rıfk ile merhamet ile iyice ona verin, dinde derinleşin ki Allah’ da size rıfk ile merhamet ile muamele etsin, günahlarınızı bağışlasın!”[29] Bu iki ayetin Bi’set’in onuncu yılında şevval ayı içerisinde Resulüllah’ın (s.a.v.) Taif seferinden döndükten sonra indirilmiş olma ihtimali büyüktür. Hz. Peygamber Mekke’de önce hanımı Hz. Hatice, ardından da insanlar arasındaki önemli bir hami konumunda olan amcası Ebu Talib’in vefatından sonra iyice bunaltılmıştı. En yakınları bile ona Mekke’de hayat hakkı tanımaz olmuştu. Mesela amcası Ebu Leheb, “odun hamalı” lakaplı karısı Ümmü Cemil ile her fırsatta onu incitmekten, yufka yüreğini dağlamaktan geri durmuyorlardı. O’nun: “Ben sizden bir elçi olarak Haşim oğullarının şerefine şeref kattığım için herhangi bir ücret istemiyorum; yeter ki siz benim özlük haklarıma saygı gösterin; hiç olmazsa düşmanın bana yaptıklarını siz revâ görmeyin!” demesine rağmen ona vahşice saldırıyorlardı…
[1] Buharî, İman,, 6; Müslim, İman, 71 (45); Nesaî, İman, 19 (3, 115).
[2] İsra, 17/70.
[3] Bkz. Ahzab, 33/72.
[4] Bkz. Bakara, 2/30.
[5] Bkz. Nisa, 4/125.
[6] Tirmizî, Da’vat, 74 (3484)
[7]. Al-i Imran, 3/31.
[8] . Nisa, 4/80.
[9] . Bkz. İbn Hişam, I/165; İbn Sa’d, Tabakat, I/200.
[10] Tevbe, 9/128, 129.
[11] Bkz. Furkan, 25/30.
[12] Bkz. Sâd, 38/5.
[13] Ğafir/Mümin, 40/28.
[14] Bursavî, Ruhu’l-Beyan, III/545)
[15] Bkz.
[16] لَقَدْ مَنَّ اللَّهُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ إِذْ بَعَثَ فِيهِمْ رَسُولاً مِنْ أَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفِي ضَلاَلٍ مُبِينٍ Âl-i İmran, 3/164.
[17] Bkz. Şuarâ, 26/3.
[18] Bkz. Nuh,71/1-28.
[19] Kehf, 18/6.
[20] Al-i Imran, 3/20.
[21] . Bursavî, İsmail Hakkı, Ruhu’l-Beyan, İstanbul, 1389, V/138.
[22] Zümer, 39/19.
[23] Fâtır, 35/8.
[24] Kehf, 18/6.
[25] Hac, 22/65.
[26] A’raf, 7/156.
[27] Enbiya, 21/107.
[28] Bkz. Nevzat Tarhan, Kadın Psikolojisi, Nesil Yayınları, İstanbul, 2005, s.279.
[29] Bkz. Bursavî, Ruhu’l-Beyan, III/544.